Parasite: Keskin. Net. Çarpıcı

Parasite bir Bond Joon Ho filmi. 2009 yılından Mother, 2013 yılından Snowpiercer ve 2017 senesinden de Okja ile sinemaseverlerin kim bu yönetmen diye araştırdığı Güney Koreli yönetmen. Sert bir film Parasite. Aynı zamanda adı üstünde bir film… İki sınıfın birbirinden beslenerek yaşadığını gözümüze sokarak ilerleyen filmde taraf tutmanız pek mümkün olmuyor. Zengin sınıf da fakir sınıf da kimi zaman mağdur ve haklı gözükebiliyor seyrederken…. Keskin görsel hatlarla ve kalbinizi sıkıştıran ayrıntılarla sınıfsal farkları dantel gibi işlemiş yönetmen ve ekibi diyebilirim….. Film yeraltından başlayıp yer üstüne çıkıyor ama yeraltı hep varlığını sürdürüyor. Komik bulduğunuz, ki kimi zaman oluyor bu, ayrıntılarda öyle ağız dolusu gülemiyorsunuz çünkü komik durumun oluşmasının nedeni trajik…. Sadece dudağınızın kenarında ufak bir gülümseme oluşuyor….

Parasite: Keskin. Net. Çarpıcı

Film boyunca bahsedilen kokuya hepimiz aşinayız. Demek ki bu evrensel bir koku diye düşündüm ben işitince konuşmaları. Kendi hikayenizden o kokuyu duyduğunuz ne kadar an varsa geliyor ufak ufak zihninize. Kim kimin paraziti ola ki? Sorusunu sıklıkla sorduğunuz film görsel olarak keskin anlaşılır, mesajı olan ve kaygı dolu sekanslar kurarak temasını çok güzel besliyor. İki uç noktayı da görünce ikisi için de endişe hissetmemek elde değil gibi duruyor alıcı için. Ve bence filmin başarısı burada yatıyor. Yönetmen biteviye karşılaştırma yapmanızı istiyor çünkü filmin özü karşıtlık: sınıf karşıtlığı , bakış açısı karşıtlığı, gelir karşıtlığı, yaşam şekli karşıtlığı….

Cannes Film Festivalindeki gösteriminden sonra sekiz dakika alkışlanan film beklendiği üzere ödülle döndü. Oscar ödüllerinde de aynı sonucun olabileceği konuşuluyor duymuşsunuzdur. Toplumun iki katmanı üzerinden şahane bir toplum eleştirisi yansıtıyor yönetmen beyaz perdeye. Hayatlarına devam etmek için her türlü üç kağıtçılığı kullanarak olmadıkları insanlar olarak başka bir ailenin içine sızan, ülkenin banliyösünde yaşayan ailemiz, Seul’deki zengin ailenin içine yerleşiyor diyebiliriz. Sefaletlerin ve sakilliklerin her türlüsünü yaşayan fakir ailenin de zenginliklerini sakilliğe çeviren diğer ailenin de içinde bulunduğu durumları da komedi ve korku öğeleri kullanarak işleyen yönetmen gerçekten etkileyici bir iş çıkarıyor ortaya….

WiFi bulabilmek için tuvaletlerinde tuhaf hallere girmek zorunda olan sefil ailemizin zengin aile ve zengin hallere duyduğu ince, hayret dolu kin de oyunculuklar vasıtasıyla bize çok net ulaşıyor. ‘ Zenginler ama yine de iyiler. ‘ diyen karısını ‘ İYİLER ÇÜNKÜ ZENGİNLER’ diye düzelten fakir aile babası karakterimizin plan yapmadan yaşamanın inceliğini, gerekliliğini, en iyi planının plansız olmak olduğunu ve onlar gibi insanların plan yapma lüksü ve seçimi pek olmadığını anlattığı diyaloğu oğluyla da hatırlanasıydı. Kaotik bir atmosfere geçişi yönetmenin birden, alıştırmadan oluyor. Sınıflar arası savaş sınıf içi bir savaşa yol açıyor ve burada gerilim yükseliyor. Şaşkınlığınızı gizleyemiyorsunuz ve bu dakikadan sonra film gerilim filmine evriliyor. Oyuncular da birden gerilim filmi içine düşmüş ama tecrübeli halleriyle sizi şaşırtıyor. Saçma tesadüflerle örülü bir gerilim değil perdedeki, hadi buyur dedirten, afallatan türden…. Ben vefa ve minnet temalı ışık açma olayındaki inceliği de çok kıymetli buldum.

Parasite: Keskin. Net. Çarpıcı

İki sınıf arasındaki ayrışmayı bodrum katlara indiren yönetmen alt sınıf güzellemesi yapmıyor filminde. İçi boşaltılmış bir alt sınıf övgüsü yapmamaya özen gösteren yönetmen hayatta kalma içgüdüsünün ne kadar dişli bir düşman olabileceğinin altını çiziyor filmde. İki sınıfın da hayatta kalma mücadelesi harika metaforlar kullanılarak altını çizmeden çok olağanmış gibi aktarılıyor size….. Sel sahnelerinde ve sel sonrası sekanslarda içinizdeki karmaşa tavan yapıyor. Ama dedim ya empati duygunuzla çok derinden oynuyor film… Üst sınıfa mensup insan topluluğunun da yıkılmaz kalerinin aslında çok da kolay alaşağı edilebildiğini de gözümüze sokarak iki tarafı da çok ince yerlerinden tutarak çekiştiriyor sanki film…

Parasite: Keskin. Net. Çarpıcı

Parasite kişilerden sıyrılırak sistem devam ettikçe parazitler hep yaşayacak diyerek Haneke filmlerine benzer bir doğumgünü sahnesiyle bitiyor bana kalırsa…. Sistem gidenin yerine başkasını koyuyor. Mahkum ve gardiyan değişse de hapishane dağ gibi varlığını sürmüyor….

PUT ON A HAPPY FACE

October 21, 2019

PUT ON A HAPPY FACEJoker…..
Çok güzel bir sinema kurmacası bana göre. Sinemanın tüm elementlerinin yerinde ve kararında kullanıldığı bir başyapıt Todd Philips’in Joker’i… Tabii ki çok fazla emekle ortaya çıkardığına emin olduğum Joaquin Phoenix’ in oyunculuğu için pek bir şey söylemeye gerek yok. Kendisi Arthur Fleck olduğunu iliklerimize kadar hissettirmiştir. Kendi algısından dünyayı, kendisini, hissettiklerini çok efsane bir düzeyde filme yansıtmıştır. Robert De Niro ve Francis Conroy da çok gerçekçi ve idareli bir oyunculuk sergilemişlerdir kanımca….

PUT ON A HAPPY FACEAdını bile bilmediğimiz, yeni nesil için  efsane Heath Ledger ismi ile özdeşleşmiş Joker’in geçmişini de bilmiyorduk. Bizim için sadece şimdiki zamanda vardı Joker. Todd Phillips ve Scott Silver “Joker kimdi?”  sorusunu sorup cevaben yazdıkları kurmaca senaryo ile çok güzel bir sinema başyapıtı çıkarmışlar. İzleyiciyi içine alan, Joker’i anlamaya yönelten bir senaryo üzerinden gidiyor film, bu aşikar….. Belki ilk tercih değildi bilemiyorum, ama ilerledikçe onlar da farkına varmışlardır diye düşünüyorum bu durumu. Kurmacanın kuruluşu bu yönde,  her şeyini kaybetmiş bir şehirde kendini ifade etmeye yeni başlayacak, hayatı, geçmişi, psikolojisi sıkıntılı, hasta  bir insan Arthur….

PUT ON A HAPPY FACEYaşamında taştan kan akıtmaya çalışır hep Arthur. Annesinin hayatının problemli tarafı onun ruhunda onulmaz yaralar açarken hayatına ağlayamadan devam etmeye zorlanması ruhsal büyük dertlerle yaşamak zorunda bırakıyor Arthur’u. Gülmesi de ağlaması da dert olan, hasta, fazlasıyla içe dönük, yalnız, kolay inanan biri aslında Arthur…

PUT ON A HAPPY FACEKaos, acı gerçek, bozuk sistem her zaman kahraman yaratır. İster öyle ister böyle….. “Sıradan bir adamı çıldırtmak için tek gereken şey kötü  bir gündür.” mottosuyla çekilen Joker 1982 yapımı “King of Comedy” ye Robert De Niro ile muhteşem de bir gönderme yapıyor. Filmin sonundaki “acı gülüş” resmi de alıcıyı oldukça fazlasıyla etkiliyor.

PUT ON A HAPPY FACESenaryosunun başrol oyuncusunun ilerleyişine göre ekip ile  birlikte şekillendiğini öğrendiğimiz filmde  bir sekansta – ki hastanede bir sahne – hepimiz Joker’e  “yeter be!!!” deyip kendimizi ondan ayrı tutuyoruz. Belki de onunla iletişimi kopardığımız yer orası….. Duyduğumuz müzikler o kadar yerinde ve etkili seçilmiş ki hayran olmamak elde değil. Orijinal müzik ise Çernobil dizisi ve The Revenant filminden tınısına aşina olduğumuz Hildır Guonadottir’e ait ve bence muazzam bir işi çıkarmış. Makyaj artisti Nicki Ledermann ve ekibi için de övgü dolu sözlerden başka söylenecek pek fazla bir şey yok. Lawrence Sher set, tasarım, kostüm konusunda uzun zaman konuşulacak bir iş çıkarmış elbette..

PUT ON A HAPPY FACE

Final?
Vurucu akılda kalıcı senelerce konuşulacak çok güzel bir finalle biten Joker, “Faşizme kendiniz muhattap olmuyorsanız dikkatinizden kaçar, sakın aklımızdan çıkarmayın. “der gibi bitti.

PUT ON A HAPPY FACE

Oscar alır mı?
Şiddeti övdüğü düşünülürse Akademi tarafından bir Fight Club efsanesinde dönüşür Joker de. Hatta Phoenix’i  bile görmezden gelebilirler. Umarım böyle bir hataya düşmezler. Şu minvalde yazılarla ve açıklamalarla karşılaştım “Herkes böyle durumlar yaşayınca Joker mi oluyor? Tercih bu…. Her zorluk yaşayan şiddete mi başvursun?” Bu bir kurmaca, istismar sinemasının güzel bir örneği bana kalırsa, öykü sahibi bu kadarını, bu tarzda böyle anlatmak istemiş. Sadece bu kadar, sadece bu kadar…..

PUT ON A HAPPY FACE

Margaret Atwood der ki Kör Suikastçi romanında:
“…. Bir bir uçurumun kenarına getirildiğiniz zaman ya düşersiniz ya da havalanıp uçarsınız Ne kadar olasılık dışı görünse bile yakalayabildiğiniz her umuda, basmakalıp bir söz olacak ama karşınıza çıkan her mucizeye yapışırsınız. Demek istediğim her şeye rağmen hayata sarılırsınız. “

Anladığın kadar özgürsün…

Sinemayla kalın….

Namkör (!) Kız Kardeşler

September 15, 2019

Namkör (!) Kız Kardeşler

Bir film bir araba sahnesi ile başlıyorsa ya da bitiyorsa benim yüzüme nedeni bilinmez bir gülümseme oturuyor görür görmez. Belki de kendim çekseydim bu filmi böyle bir sahne kesinlikle orada olurdu diye düşündüğümdendir. Yola adanmış filmleri oldum olası severim. Emin Alper ‘in Kız Kardeşler filmi aslında bir yol filmi. Uzun bir yolculuğun kahramanlarının hikayesinden bir kesit sunuyor bize yönetmen. En hatırlanası kesiti belki de… Bir Anadolu filmi, evet….. Çıplak bir Anadolu filmi….

Namkör (!) Kız Kardeşler

“Bu köyden gideyim de….”

“Bu köyden gitsinler de…”

“Bizim gibi olmasınlar…” mantığıyla besleme verilerek kasabaya gönderilen üç kız kardeşin bir şekilde köylerine geri dönme yolculuklarına eşlik ediyoruz film boyunca. Yolu vurgulayarak midemizi bulandırıp arka koltuktaki kızımızın yüzünü vurgulayan Alper, bizi hikayeye uzaktan bakan kişler olarak konumlandırıyor. Bir seyirci olarak tetikte tutuyor sürekli… Tüm talihsizliklerine rağmen kendi gerçeklerinin farkında olan kardeşler gayet güçlüler ve ne yaptıklarını hayli farkındalar. Ne istediklerini ve ne istemediklerini de. Bu farkındalık sebebiyle diyalogları ve kavgaları benlik arayışlarını çok takdire şayan bir üslupla dile getiriyor. İki kız kardeşin cinsellikle ilgili sohbeti Türk sinemasının en ince, en naif, en şık, en metoforik sahnelerinden biri kanımca.

Namkör (!) Kız Kardeşler

Tüm Anadolu’nun iletişimde en büyük hastalığı nedir diye sorsak ortak cevabımız “ima etmek” olur sanırım. Filmde tüm gerçekler, hikayenin tüm gerçekleri her daim ima ediliyor. Asla gerçek kişiler tarafından dile getirilmiyor. Her gerçeği de kendi üslubuyla söyleyen damadımız Veysel de zaten köyün delilerinden biri sayılıyor: Meczup…. Veysel’i beyazperdeye taşıyan Kayhan Açıkgöz övgüye değer bir performans sergilemiş ki söylemeden geçemeyeceğim…. Çok beğendim…

Namkör (!) Kız Kardeşler

Masalsı bir Anadolu çizen Kız Kardeşler üzücü ve şok edici gelişmeye götüren yolun taşlarını film boyunca ince ince ördü aslında. Odun, ateş, çamaşır…. Yine de o çığlık içimize oturmadı desek yalan söylemiş oluruz. Daha sonrasında Alper tabiri caizse olayı hiç ağdalamadan geçti. Tarifi yok demenin çok şahane bir yoluydu bence….

Ben kişisel olarak ücra bir köyde üç kız kardeşin taciz ve tecavüz gibi olayların nesnesi olmadan resmedilmesinden çok etkilendim. Kişisel kodlarımda bulun yüklü olduğunu her an birileri özellikle hakkında bir şey bilmediğimiz birileri bu durumlara yol açacak düşüncesiyle teyakkuzda seyrettiğimi idrak edince anladım ve çok üzüldüm açıkcası….

Anadolu ‘nun bitmeyen hikayesi tıpkı filmin sonundaki başlayamayan masal misali bugün hala sürüyor. “O da bir insan nihayetinde.” Cümlesinin altını kalın kalın çizdiği kibrin boğduğu cahil naçar insanların hikayesi….

Artvin’in doğasının da iyi bir başrol oyuncusu olduğu Kız Kardeşler filmi Sarajevo Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülü ile dönmüştür. Giorgos ve Nikos Papaioannou müzikleriyle şahane bir atmosfer yaratırken sanat yönetmenleri Emre Erkmen ve Osman Cankırılı’nın kıymetli katkıları filmi daha da güzel bir yere taşımıştır….

Ellerinize sağlık….

Seyredin derim ben naçizane…..

Sinemayla kalın….

Anladığın kadar özgürsün….

WELCOME HOME

July 13, 2019

WELCOME HOME

Amazon Prime’da içgüdüsel olarak oynatmaya başladığım, farklı bir lezzeti var diyerek devam ettiğim estetik bir yönetmen harikası kanımca bu dizi: Homecoming……

Seyrederken aslında uzun metrajlı 90’lar gerilim filmi seyreder gibi hissetseniz de her sekansta falanca yönetmeni, yönetmenin şu filmini, filan sahnesini hatırlamanız bu estetiğin perdeye çok muazzam yansımasından olsa gerek hiç şüphesiz….

WELCOME HOME

Bizim neslin sevgilisi Julia Roberts’ı başrolde bir dizide görmek değişik bir tecrübe tabii ki… Yaşlılık gelmiş Julia’ya hem de pek hoş gelmiş. Bu arada yönetmenlik koltuğunda aykırı ismimiz Sam Esmail’i görünce zaten anlıyorsunuz neler döndüğünü. Dizi çok tanıdık bir müzikle ilk elden gönlünüze girerek başlıyor ve hissediyorsunuz “sizden”, çok tanıdık bir hikaye başlıyor. Dizideki sahne düzeni ve renkler çekimler o kadar ince zihinlerden çıkmış ki eliniz durduramıyor diziyi. “30 dakikalık drama dizisi nasıl olacak?” diye düşünürken her dizinin sonunda aslında dizinin sizi şoka sokan sokacak bir düğümü olmadığını, akıp giden hayattan bir farkı olmadığını, o hayatın da dizi bitse de devam ettiğini , hiç durmadığını ve size de sadece seyirci olduğunuzu anımsatıp durduğunu anlıyorsunuz….

Dizide Orson Welles, Brain DePalma, Martin Scorsese ,Stanley Kubric ve çok lezzetli bir Alfred Hitchcock geliyor sürekli zihnimize. Karakterler tıpkı saydığım yönetmenlerin karakterleri gibi sessiz ama görüntülü, konuşuyor ama anlatmıyor, anlatıyor ama konuşmuyor….

WELCOME HOME

Thompson Carrasco karakteri o kadar yerinde ve isabetli çizilmiş ve ekrana Shea Whigham tarafından o kadar iyi yansıtılmış ki kendini işine adamış devlet memurunun bir işe yarayıp tatmin olma isteğini çok derinlerinizde hissediyorsunuz. Aslında aynı tarafta birer oyuncu olduklarını anladıklarında karakterlerin basit hikaye kafanızda yerli yerine oturuyor.

WELCOME HOME

Mizah Bloombeg ve Eli Horowitz’in Aynı isimli podcast’lerinden dizi olarak perdeye yansıdığı gerçeği de diziyi yaratıcılık açısından başka bir yere taşıyor elbette. Hayatın tekdüzeliğini içimize işleyen çekimleri, üçüncü şahıs olarak sadece seyrettiğimizi yüzümüze vuran geniş açı çekimleri, olayı anlamamızı hızlandıran ekonomik çekimler ve kurgusu, durağan izlenimi bırakan uzun sekansları ve iki zamana ait keskin görüşleriyle benim son zamanlarda seyrettiğim en lezzetli televizyon serilerinden biriydi diyebilirim. Müzik konusunda kulağımıza aşina melodileri duymanın beni çok hoş bir yerden yakaladığını itiraf ederken sezon sonunda Esmail’in yaptığı ekran büyütme oyununda çok beğendiğimi itiraf edeyim. Detay veremiyorum spoiler olmasın diye ama bana göre seyirciyi başrol oyuncusu ve hikayesiyle bütünleştirdiği yegane yer olarak algıladım ben ince ekran oyununu….

WELCOME HOME

WELCOME HOME

Aydınlık bir gerilim çektiği için Esmail’e özel teşekkürler….

Anladığın kadar özgürsün……

CHERNOBYL

June 25, 2019

CHERNOBYLBased on true story…..

Ekranda seyrettiğimiz ne varsa hep bir kalem daha kaliteli olduğunu düşündürtür bu büyülü yazı. Seyirci olarak hep gönlümüzün ayrı bir yerindedir gerçek hikayeden senaryolaştırılmış filmler ve diziler. Büyük bir heyecanla beklenilen ailemizin dizisinin görecili hayal kırıklığı oluşturan finalinin şokunu tam atlamadan Chernobly ile burun buruna geldik. HBO ve Sky Atlantik ortak yapımı 1986 Çernobil Nükleer Santralının patlamasını ve sonrasını konu alan dizimiz IMDB de puanı en yüksek dizi olarak birden kucağımıza düştü. Heyecanlandık çünkü bizim yakın tarihimizden bir gerçeklikti konu. Hayatımıza porselen demlikleri, paket Fiskobirlik fıstıklarını, tvde çay içen hastalık öngörüsü yüksek bakanlarımızı, kanser hastalığını, yakınlarımızın ölümlerini ve sayılmayacak bir çok duyguyu hatırlattı bu dizinin adı bile…

Böylelikle bulduk kendimizi yine beyaz camın karşısında. Seyrettiğimiz kurgunun gerçek olduğunu bilmenin heyecanı, sevinci, üzüntüsü ile daha ilk bölümden kendimizden geçtik. Dizinin gerçeklik kadraj çok yüksekti. Ve şu anki bilincimiz ile seyretmesi, görmesi, daha detaylı bilmesi acı oldu aslında. Hiç nefes almadan izledik bölümleri. Öyle uçan ejderhalar falan yoktu yalnızca tokat gibi gerçekler vardı dizide altı çizilen.

CHERNOBYLBilimsel bakış açısı her şeyden üstündür. Bilim yalan söylemez. İnsanoğolu bilimi bile eğip bükerek tarihinde onulmaz yaralar açar. Devlet her şeyden mi üstündür ? Görev nedir? İnsanoğlu ne getirdiyse başına kendisi mi getirmiştir? Coğrafya kaderdir de yönetim de mi kaderdir?

Dizi hakkında onlarca yazı okumuşsunuzdur ve umarım her bölüm sonrası bir çok platformda yayınlanan yaratıcısı Craig Mazin’in konuşmacı olduğu ve dizi hakkında her türlü detayı anlattığı Podcastleri dinlemişsinizdir. Çok faydalı ve dizi seyircisinin bildiği zaman daha fazla keyif alacağı detaylar veriliyor o sohbetlerde.

CHERNOBYLBeni en çok cahillik mutluluktur konulu fotoğraf çalışması denebilecek kadar iç acıtan köprüden yanan santralı seyretmeye giden halk sahnesi etkiledi. Bizim ülkemizde olsa benzer durumlar yaşardık diye düşünüp acı acı inceden gülümsedik. Kömür işçilerinin gerçekliğiyle içimiz sızlarken itfaiye erlerini kurtarmak istedik adete….

Bir ülkenin kesilen bir uzvu sanki Chernobly…..

CHERNOBYLBilimsel gerçekliklerin devlet görevlileri tarafından eksik ve yanlış servis edilmesi , ben bilirimcilik, ucuz malzeme ve iş gücü insanın hiç eksilmez , sürekli büyüyen kibiri ve hırsı ile birleşiyor …..sonuç mu ? Bugün dünya üzerinde kaç kişinin patlama sebebiyle kanser olduğunu bile söyleyemeyen bir acizlik……

CHERNOBYLDizi çok muhteşem bir yapımın perdeye yansıması. Her şey gerçek. Bir tek tarih değil….. O zamanın Ukrayna ‘sı Rusya’sı ve şimdinin hayalet şehri olayın en küçük ayrıntısı ile bir sanat şaheseri haline dönüşmüş dizide. Sarsıcı ama abartılmamış müzik de tadından yenmez bir hale getirmiş diziyi. Keyiften dört köşe falan olmuyorsunuz her bölüm sonrası koltuğa çivilenip düşünüyorsunuz….. Ki oyunculuk böyle bir yapımı lezzetlendirecek kadar muazzam. Toplantıya girmek için bekleyen ana oyuncumuz Jared Harris’in Legasov’un reaksiyonunu hiç bir kelime kullanmadan yansıttığı sahne ders diye okutulacak kadar şiirselde. Herhangi bir metin yazılsaydı belki o kadar net ve çok anlatım yapılamazdı….

Gerçek her zaman intikamını alır. Görünmez yara izi gibi kanamaya başladı mı durduramazsın gerçeği… Nereden geldiğini anlayana kadar kanın, yeterince kan kaybedersin ölmek için. Chernobly ülkenin tarih kitaplarında kalmasını hızlandırmış ve bir dönemin can çekişmesi olarak kitaplara geçmiştir. Kibirle süslenen güzelim pasta servis edilemeden bozulmuştur. Ve milyonlarca kanser hastası dünya vatandaşı….. Bilimin durdurulamaz kibirimizle yaptığı savaşın kazananı belli değil mi? Kaybedeni mi ? Vatandaş, işçi, çocuk,halk…..

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

DEAD MAN NEVER DIE

May 25, 2019


DEAD MAN NEVER DIE

2011’de girdiler hayatımıza. Ne olduğunu anlamadık. “Bir dizi varmış, herkes onu konuşuyor. İndirdim, bir bakalım mı?” diye başlayan Game Of Thrones hikayemiz “Ne demek bir sonraki sezon iki sene sonra?” diye hayıflanmalara kadar uzadı. Sevdik onları… İyilik ve kötülüğün asırlardır süren savaşının hayali bir dünyada pek de uzak olmayan öğelerle süslenmiş hali Game Of Thrones çok fazla bütçeli, çok şahane oyunculardan kurulu, sanat ve görüntü yönetmelerinin çok iyi, yönetmelerinin muazzam performanslar gösterdiği hep adından söz ettiren bir yapım oldu. Aslen bir kitap uyarlaması olması hasebiyle bir anda artan fanları ve takipçileri oluştu. On bölümden oluşan, mini seri dizi kıvamındaki sezonları sona erince çoğu zaman elimiz böğrümüzde kaldık….Fıtratımız icabi ve kurgunun bizi götürdüğü yer iyilerin yanında yer almaktı. Pek sevdik Starkları…Taht için savaş dahil her türlü mücadeleyi veren yedi hane uzun yıllar bize haklılığını anlatmaya çalıştı. Öldürdüler, öldürüldüler…. Zihnimizin net olmadığı bir çok yer oldu, bu sefer okuduk hakkında… Bölüm incelemeleri, sezon incelemeleri, soy ağaçları, kim kimin nesi anlatan yazılar…. Bir süre sonra o kadar hayatımızın içindekiydi ki dizi “Winter is coming…” diye yazar çizer olduk ve en sevdiğimiz telefon melodisi meşhur giriş müziğiydi dizimizin…

Dizimiz….

DEAD MAN NEVER DIE

Evet bizimdi o, her sezon geçmişten, şimdiden bir şeyler bulup içselleştirdik nasıl olduysa dizideki her olayı….. Oyuncuların büyümesini izledik Bizimkiler’deki Ali’nin büyümesine şahit olduğumuz gibi… Gün günü kovaladı, altıncı ve yedinci sezonda biraz keyfimiz kaçtı. İlişkimiz sallantıya girdi hafiften. Pek eleştirmeye başladık. Saçmalıyor olabilir miydi? Neydi o halleri öyle? Falancayı bu sezon göstermediler pek, oldu mu hiç? Snow öldü mü yani? Piç kurusuna iyi oldu? O beyaz adamlar ne öyle? Kimdi bu amca? Ejderhanın annesi nedir yahu?.…Son sezonun 2019’da yayına gireceği duyuruldu. Kimimiz benim gibi “Ohhhh!!!” dedi, kimimiz üzüldü. Karşı komşunun taşınması kadar hayatımızda eksiklik yaratabilirdi bu… Neyse bilir herkes “Nisanlar Game Of Thrones’undur”…. Geldi büyük gün….. Yedinci sezonda bazı durumların sinyallerini veren senaristler, nihai sezonda kötü iş yapmışlar diyemeyiz. Çok muazzam bir prodüksiyon ve emek var her karesinde dizinin. Kendi yaptığımız dizilerle kıyaslayıp da aşşağılayacak yerde olduğumuzu düşünmüyorum ki bu büyük haksızlık olur. Evet, HBO on sezon olsun istemiş, senaristler istememiş, sekizinci sezonun son sezon olmasını arzu etmişler. Çok rahat iki sezon daha çıkabilecekken, detayları işlemeden geçmişler, evet…. Dizinin en önemli sırrını öğrenince kardeşler ne tepki gösterdi görmek isterdim mesela…. Sağ olsunlar pek bir şey göremediğimiz, bir ışık problemi olduğunu düşündüğümüz, acaba bütçe kesintisi mi var ki? diye olmazları aklımıza getiren savaş bölümünde bizim yeni kral gözlerini devirip nereye ve neden gitti? Boyasız kızımız ejderhayla dönüp, amcanın gemilerine neden bir üflemedi? falan derken birden ortalık yerle bir oldu ve hızlıca sakallar uzadı…

DEAD MAN NEVER DIE

Evet hızlıya getirilmişti, belliydi…. Ben bunu kişisel algılamıyorum. Çok dallanırıp budaklanan tüm dizilerin sonu benzer sakala bağlama sendromu ile bitebiliyor. Game Of Thrones bile olsa demek ki…. Kimin kral olduğuna da hiç bozulmadım. Tüm dünya tarihinde bu iş böyle değil mi zaten savaşı asıl veren hep başkası…. Biz ezilen tarafa düşkün olduğumuzdan tarafımız hep belliydi de bu sezon kendisini sülküm püklüm görmek de biraz üzdü açıkçası. Gördük ki Makyevelli’nin de dediği gibi “… ve her zaman iyi bir insan olarak tanınmayı isteyen kişi, kötü insanların arasında yok olmaya mahkumdur.” ve sorduk kendimize “Snow sözünü tutmasaydı, kral sözünü tutmasa da olmaz mıydı?” Kral her sözünü yerine getirir miydi? Getirmezse de olur muydu? Her yol mübah mıydı? Her sözünü tutan kral olur muydu? Makyevelli de “Kral sözünü tutmak zorunda değil, gerekirse tutmaz da” demiştir. Bu konuda gerekçe bulmakta da zorlanamaz aslen. Ama bunlar senden sonra da kabul görmüş olabilir Snow….

Kral seçimindeki niyet ve demokrasi vurgusu da güzeldi…. Ahhh Sam ahhhh…. O dediklerinin sonu da bir değişik oldu bir bilsen…. Nihayetinde hep iyi ve kötünün hükmü diyebiliriz…. Devlet teorisi falan derken işler büyümüş boşver ama özünde senin de niyet iyi, biliyoruz…..

DEAD MAN NEVER DIE

Ez cümle tüm hayatı büyük bir yalanmış Snow’un bana en çok o dokundu. Başkasının güçlenmesine sebep olursan, senden gider… Erk fikri insanda çoğu zaman aklı selim davranışlara yol açmıyor be Snow…. O neydi öyle, bir ejderhanın tepesinde dakikalarca yerle bir etmek… Sapla samanı karıştırınca sonuç her zamanki gibi masum insanın heder olması…. Hiç değişmez….

Russian Doll

March 2, 2019

Saniyede 24 kareyi arka arkaya ekleyerek başlayan hikayemizi anlatma arzusu film, sinema derken televizyona sıçradı hepimizin bildiği gibi. Uzun yıllar film olayının televizyon ayağı çok ciddiye alınmadı belki de…. Tiyatral oyunculuklarla platolarda çekilen diziler işgal etti televizyonları. Ki bugün diziler bu raddeye gelebildiyse gelişmedeki katkıları büyüktür. Film sektöründe de “televizyon filmi” gibi bir tür gelişti derken televizyon dizileri tüm dünyada arttı. Fakat diziler artık hafife alınmayacak, ötelenmeyecek kadar kaliteli sinema diline sahip, inanılmaz çekim ve sinematografi detayları kullanılan şahane kurgulara sahip seyirlikler halini aldı. Büyük oyuncular da birer birer dizilerde boy gösterince ve diziler birtakım platformlarda gösterime sunulunca bu televizyon dizisi işinin rengi iyice değişti.Daha önceki bir yazımda da “dizilerle ilgili yazmak pek adetim değil” diye başlayıp bir Netflix dizisi “Seven Seconds” hakkında yazmıştım. Bugün de yine bir Netflix dizisi “Russian Doll” hakkında yazmak istedim kalemim döndüğünce.

Russian Doll

Russian Doll 3 sezon yapılması planlanan ilk sezonu 8 bölümden oluşan komedi-dram jargonunda bir dizi. Baş rolümüz “Orange is the New Black” ten tanıyıp sevdiğimiz koca saçlı Natasha Lyonne ve Charlie Barnett; yönetmenlerimiz de Lesylye Headlabd and Jamie Babbit… Aslen konu çok tanıdık gibi gözüküyor. Bill Murray ve Annie MacDowell’lı Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü) filmini hatırlamayanınız yoktur. Aynı günü sürekli yaşamak zorunda olan ertesi güne uyanamayan hava durumu sunucusu Phil’i…. Tıpkı Phil Nadya da bir zaman döngüsünde sıkışıp kalıyor dizide fakat Nadya’nın gününün sonu klasik değil pek….Russian DollNadya ölemiyor….Ama yaşayamıyor da…..İçinde sıkıştığı döngüden kendini kurtarmak için elinden geleni yapıyor. Yapınca başının belaya girdiği büyük küçük her durumu irdelemeye başlayan Nadya bir nevi kendini sorguluyor. Neden ve nasıl sorularına cevap arıyor. Anti-kahramanımız Nadya’yı ya çok seveceksiniz ya da dayanamayacaksınız, benden söylemesi…. Sanat yönetmenin kurduğu atmosferin başarısı renklerde ve düzende şiddeti bir biçimde göze çarpıyor. Detaylar harika bir kurgu ile tadından yenmez bir seyirliğe dönüşmüş Russian Doll’da.

Meçhul adlı yazımda yıllar önce yazmıştım: “zor olan ölüm değil yaşamdır” diye dizinin tag line’ı bana yazımı hatırlattı. Ölüm tekil iken yaşam çoğuldur…. Nadya da bunu gerçeği anladığında ve önemli olanın sadece kendini ilgilendiren ayrıntılar olmadığı, yaşamın sadece kendi etrafında dönmediğini anladığında ve beraberindekiler için bir şeyler yapabildiğinde ve bu gerçeği kabul ettiğinde döngüyü kırıyor…. Nadya’yı ve bize sunduğu hayatın detaylarının kurgu ile efsanevi birlikteliğini izleyin derim. Hem soruyor hem cevaplıyor Nadya hepimiz adına….

Anladığın kadar özgürsün….

A TWELVE YEAR NIGHT

January 7, 2019

Dün gece Nevra’yı uyutunca aklımda bir şey varmış, bir planım varmış gibi oturdum televizyonun önüne. Ama bu aralar yorgunluktan mıdır, B12 mi eksik, yeterince patates mi yemiyorum; unutkanlığım üzerimde. Kapıda anahtar unutuyorum; elimdeki anahtarı cebime koyup anahtarım yok diye dolanıyorum…
Evet varmış bir planım, unutmuşum. Golden Globe| Altın Küre ödül törenimi seyredecektim unutmuşum.

Neyse Efendim, netflix listemi açtım. Başlattım A Twelve Year Night isimli filmi. İki saati geçkin bir film, sıkıntı olursa yarın bitiririm diye düşündüm. Yok, bazı filmler kendini seyrettirir…

A TWELVE YEAR NIGHT

Bir yolculuk anlatılıyor filmde. Çok çetin, çok yıpratıcı, insan olmayı sorgulatan, delirten bir yolculuk… Gerçek hikayeden vücut bulduğunu hemen anlıyorsunuz. Ancak ben sonunda şok oldum ve çok mutlu oldum. Uruguay tarihinden bir gerçek…. Saf bir Latin Amerika gerçekliği, çok güzel, dantel gibi işlenen bir sinemacılık örneği sergilenerek beyaz camda misafirimiz olmuş. Yönetmenimiz “Bad Day to Go Fishing” ve “Mr. Kaplan” dan aşina olduğumuz Alvera Brencher. Oyuncular ise Antonio de La Torre, China Darin ve Alfonso Tort…

Uruguay’da demokrasinin yok olduğu faşist dönemde Tupamaro örgütünün öldürülmeyen elemanlarının on iki sene hücrede tutulmasının hikayesi bu film… 12 yıllık karanlık gece….
“Öldüremiyoruz, delirtelim o zaman.” prensibi ile hapishanelerde_ ki sürekli yer değiştiriyorlar_ maruz kaldıkları insafsız yaşam şartlarını anlatıyor yönetmen bize. Buradan filmin bir hapishane filmi olduğu sonucunu çıkarmayın. Film üç adamın yolculuğunun çıplak ama şiirsel anlatımı aslında… Çok net bir film, lafı dolandırmadan, ağdalamadan, ekonomik anlatım yolunu kullanarak anlatan, ağlatan bir çıplaklıkta sunuyor size gerçekleri… Sistemi insan kurmasına rağmen insani değerlerden yoksun işlemesini ve emir komuta zincirinin acizliğini terazinin bir kefesine koyan hikayemiz diğer tarafına da yol arkadaşlığının kıymetli oluşu gibi eşsiz bir kavramı umut koltuk değneklerini kullanarak oturtuyor….

A TWELVE YEAR NIGHT

Beni alıp götüren ve koltuğa çivileyen en önemli hal de filmin ana karakterinin “ses” olması sanki. Sesin yaşamımızın temel taşı olduğuna inanan biri olarak bu ayrıntı ve film müziğ “The Sound of Silence” beni yakalayıp da sarstı diyebilirim. Radyodan atılan golün dıyulmasının yarattığı mutluluk o kadar kıymetli resmedilmiş ki yazmamak olmazdı. Evet, futbol Uruguay için çok önemli bir alt kimlik bilirsiniz. Hayali topa doğru bakan erler sahnesi ise sinemaya vurgun bir seyirci için çok kıymetli bir anlatım olabilir…

Faşist hükümetin ve askeriyenin insanlıktan uzak tutumu, o kadının ölümü ve elindeki silah sekansı ile en üst perdeden bir nefret oluşması için yeterliydi. Sahip oldukları artılar, zekaları ve sanata olan yatkınlıkları küçük küçük ama sade anlatımlarla taçlandırmış filmde karakterleri. İnce ince faşizm ve demokrasinin arasındaki farkları gözler önüne seren film aynı zamanda bir “Umut” filmi… Umudun hep orada bir yerde olduğunu bağıra bağıra söyleyen…

İyi ve kötünün her yerde hep olmuş, olan ve olacak olan savaşı faşizm ve demokrasi kılığında karşımıza çıkmaya bayılır. İşte “12 yıllık Gece- A Twelve Year Night” tam da da bu kostüm ile oynanan bir oyun aslen; biri çıplak yalın ve umutlu tıpkı bugün olduğu gibi….

Anladığın kadar özgürsün….

Sinemayla kalın….

“AMOR”….. ROMA….

December 19, 2018

Biliyorum her yerde Roma filmi ile ilgili eleştiri, film okuma, inceleme, vb yazı ve makale ile karşılaşıyorsunuz bu aralar. Sinemanın herkesi hemen ele geçiren etkisi kimi zaman büyüleyici iken kimi zaman da can sıkıcı olabiliyor. Seyretmeyeler için ciddi bir eziyete dönüşen bu süreç, kiminizin ödevini yetiştiremeyen Çalışkan öğrenci gibi hissetmenize; kiminizin de filmden beklentisinin yükselmesine yol açtığını farkındayım… Film güzel, en kısa tanımıyla…. Ne kadar güzel?

Pandispanyayı bilir misiniz? İçinde o, şu, bu olmayan sade kek…. Yine de lezzetli, belki de bir bardak kahve veya çay ile pek güzel yeneni… Roma çok lezzetli ve kaliteli bir pandispanya….Pandispanyayı bilir misiniz? İçinde o, şu, bu olmayan sade kek…. Yine de lezzetli, belki de bir bardak kahve veya çay ile pek güzel yeneni… Roma çok lezzetli ve kaliteli bir pandispanya….

“AMOR”..... ROMA....

Film oldukça yalın, çıplak ama dokunaklı. Renksiz diye eleştirilerimiz çıkar illaki de film aslında renksiz değil. Görebilen için çok renkli…. Dedim ya öyle havuçlu, tarçınlı,cevizli kek gibi bir dünya element yok filmde belki de ama yaşadığımız her gün kadar rutin, sakin ve kaotik ; hepimizin hayatı gibi zor ve yorucu bir film Roma…
Golden GLobe’da Yabancı Dilde En İyi fİlm adayı olan Roma filminin yönetmenlik koltuğunda Alfonso Cuaron oturuyor ve altmışlı yetmişli yıllarda fakirlik içindeki Mexico City’nin ROma adlı mahallesinden sesleniyor bize. Libo isimli hizmetçilerine adadığı filminin esin kaynağı bizzat LiBo…. Büyük bir bölümünün kendi yaşamından bir kesit olduğu film çok yetenekli profesyonel bir fotoğrafçının muazzam bir albümüne bakıyorsunuz hissini uyandırıyor. Sanat yönetmeni de kendi olunca ortaya seyri zor ama heyecan verici bir yapıt çıkmış…. DÖnemin siyasi ve demografik durumunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren yönetmen ülkede, halkın en çekirdek ve önemli öğesi olan ailede de oluşan çöküşleri çok iyi resmetmiş…. O dönemde her zaman olduğu gibi eğitimli ya da eğitimsiz tüm kadınların hayatlarında verdiği mücadeleyi de tüm renkleriyle gözler önüne sermiş….

“AMOR”..... ROMA....

Yalitza Aparicio filmde bizi Cloe’yi bize hep bir mesafeden oynuyor sanki, bir türlü kızamıyorsunuz ona…. Tüm hayatı boğazında bir yumruk olan CLoe’ye kızmayı bırakın bir cümle dahi kuramıyorsunuz. Onun kimsesizliği, yalnızlığı, içindekileri asla dile getirmemesi ve adanmışlığı sizi o kadar etkiliyor ki her şeye rağmen çamaşır aşmaya çıkmasını bile yadırgayamıyorsunuz. Hemen sizde de bir kabullenme oluşuyor…. Çalıştığı evin kaosu içinde bir yaşam düzeni kurmuş iken CLoe birden sarsılması gereken bir gerçekle yüzleşiyor fakat bir tek biz sarsılıyoruz sanki öğrenince….

Ev hanımının sessiz ama etkili intikamındaki oyunculuk efsaneydi bana göre. Hastahane çekimleri, o toz zerrecikleri ki bana Türk filmi Zerre’yi hatırlattı, çok etkiledi beni yine doğruyu söylemem gerekirse…. Ancak iki Sekansta yönetmene düşündüğüm şeyi yapmaması için dua ettim…. Gönülden….. Birinde sesimi duymamazlıktan geldi fakat ikincisinde, Oh… şükür dedirtti…. CLoe de ben de kaldıramazdık o kadarını….

“AMOR”..... ROMA....Filmde iki sahne, hastane ve sahildeki mühim sahne başka filmlerden size tanıdık gelebilir. Büyütmeyin o kadar, sinemacının gözü bazen aynı yerden bakar…. Orta Amerika’da etkisi halen devam eden Maya Kültüründe toprak kap ve sembolize ettiği anne Rahmi ilişkisi de filmde iyi işlenerek her şey aslında çok sessiz ama yüksek sesle anlatılmış…. Evin babası olan adamın hayata karşı tutumu, içine düştüğü ve düşürdüğü durum, sokaklarda meydana gelen tarihte yeri olan sivil olaylar, havada durmadan uçan uçak o kadar ekonomik ve minimalist bir yöntemle filmden almamız ve anlamamız gerekeni anlatmış ki ben yönetmenin bu tutumunu çok şık buldum…. Bİr araba ile ne kadar çok değeri, bir uçakla da öteki hayatların yaşandığını yalın ama altını çizerek ifade edebilmiş…. Evin köpeği bana sevgisizliği simgeledi filmde, biri tarafından sessizce sevilen, yaşayıp giden bir varlık sadece….

“AMOR”..... ROMA....Roma aynı zamanda bir kadın filmi … Güçlü kadın, kendini hayatına adamış kadın, kırılgan kadın, başının çaresine bakmak zorunda olan kadın, sevilmeyen kadın, yalnız kadın, anne, hizmetçi, çalışan kadın …. Hepsi de yaralı kadın…. Devrilen ama yıkılmayan kadın, yıkılamayan kadın, kendi sesinden bile korkan, kendine dahi itiraf edemeyen kadın…. Koruyan, kollayan ve her şeye rağmen devam eden kadın….
Kitapları olan lakin kitaplığı olmayan kadın…..

Genelde yazmam pek diziler hakkında. O kadar büyük bir mecra ki alıcının ne seyretmek veya seyretmemek istediği ile ilgili çok büyük bir alan dizi sektörü. Ulusalı, lokali, yerlisi, yabancısı diye başlayan yazı uzar da uzar… Dizi biraz keyif işi, fazla kişisel aslında ama son yıllarda güzel işler çıkmıyor da değil. Baktılar ki millet dizi seyredip duruyor, indiriyor, torrent arıyor, alt yazı indiriyor hatta falancanın alt yazısı çok iyi gibi sohbet konuları oluşuyor hemen dizi platformları türedi… Hemen türemedi aslında epey izledik indirerek biz bu dizileri, ki bazılarını hala izliyoruz… Neyse demem o ki Netflix girdi hayatımıza… Ama öyle mi böyle mi derken hop bir baktım ben de Netflix izliyorum; hoşumuza gitmedi dersek taş oluruz… Her şey hazır sana sadece izlemek kalıyor: Yeni keşiflere yelken açmak…

Bir çok yeni tatlar yakaladım. İngiliz suç dizileri yeni favorim olmaya başladı. Amerikan suç dizilerinden çok daha gerçekçi ve yalın olması beni vuran etmenlerdendi … Her şey gerçek hayatta olması gerektiği gibi ya da olabileceği gibi ve olabileceği kadardı bu dizilerde örneğin Broadchurch… Bir Fransız mini dizi izledim kurgu ve yalınlık beni sarstı La mante… Amerikan suç dizilerindeki her şeyin hemen çözülmesi, bulunması, her durumun hemen açıklığa kavuşması, karakterin olumlu sonuçlar alması, tahmin edilenin gerçek olarak ortaya çıkması, hep bir gizemin olması ve sakız gibi uzaması ve buna benzer bir yığın klişe sayabilirim size.. Eminim ki bu kadar dizi tecrübesi sonrasında siz de sayabilirsiniz… İşte bu tarz düşüncelere gark olmuşken Netflix bana bir dizi önerdi, seyret bunu seversin dedi… Netflix’in böyle seni çok düşünen tarafları falan da var…

İşte böyle tanıştım ‘Seven Seconds’ ile…

How long does it take to bury the truth?

Başladım seyretmeye Netflix’i mi kıracağım…

Bi baktım her şey çok gerçek sanki… Allah Allah bu nasıl bir Amerikan suç dizisi derken çekimleri inceledim epey bi vakit… Tamam mekan Jersey de, polisler, avukatlar hiç öyle her daim tertemiz, janti, afili, moda dergilerinden fırlamış gibi değil… Saçları her daim fönlü, makyajlı, aşırı şık falan da değil…. Ha en önemlisi arabalar hep tertemiz değil, hepsinde de plaka var…. Evet dizi biraz sarsarak başladı beni… Epey de kasvetli bir atmosferi var… Sanki oralara uğramamış gibi Amerikan Dream pek…

How long does it take to bury the truth?Hiç bir gerçek gizlenmeden ırkçılık, siyasi düzenin hukuka olan olan müdahalesi, suçun insan psikolojisi üzerindeki gizleme ve gizlenme yatkınlığı, ani kayıpların psikolojik etkileri, saklama ve kaçma içgüdüsü, seçilen savunma mekanizmalarının hayatımıza etkileri, kraldan fazla kralcılık, aşırı sahiplenme, çocukluk travmaları, ön yargının dayanılmaz önceliği, ve tabi ki adalet kavramlarını öyle inceden değil sarsarak sorgulayan bir dizi… Ya da sorgulatan…

Güzel  bir roman okuma tadında ilerleyen dizi hiç bir durumu öyle üstün körü geçmedi kanımca, vurguladığı anı ve sekansı hep hissedip düşündünüz seyrederken…. Yas insanı neye dönüştürebilir? Yas ne kadar sürerse sağlıklıdır? Adalet herkes için var mıdır? Sağlanabilir mi? Hukuk bağımsız mıdır? Irkçılık karar mekanizmamızı etkiler mi? Ya da ötekileştirme? Bir kaybeden hep mi kaybeder? Sisteme ne kadar direnebiliriz? Sistem mi? Gerçekler mi? Ve sonu da sadece iyi ve kötünün adalet tartısında tartıldığı Seven Seconds’ın bence alışagelmedik de güzel bir sonu var… Güzel mi? Orasını seyredip görüm derim…

Regina King’in performansıyla Emmy ödülü kazandığı Seven Seconds herhalde görüp görebileceğiz en samimi, en iyi, en şaşkın polis memuru kişiliğiyle Michael Mosley’i de seyretme imkanı veriyor. Ben de yapardım yaptıklarını dediğim Fish dizinin sonunda hep gülerek hatırladığım adam oldu… CLaire Hope Ashitey’ e gelecek olursak ki bence karakterinin hakkını çok iyi vermiştir. Bir kaybedenin hayata tutunma çabasını çok güzel resmetmiştir. KJ’e hem kızıyor hem de üzülüyorsunuz dizi boyunca; ha bir de evi var tabi: akıllara zarar…. Ama depresyonda hayatını devam ettirmek zorunda olan bir hukukçuyu çok güzel çizmiştir öyle ki görseniz gel biraz konuşalım deme ihtiyacı duyarsınız….

Bilmiyorum,bilemiyorum. Her şeyin kurgunun bile gerçek hissettirmesini seven bir izleyici olarak çok fazla makyaja tahammülüm yok sinemada, dizide sanırım o yüzden de çok sevdim kirli arabalı Amerikan dizisini. Ha bu arada  söyleyeyim Amerika’da arabalar hep tertemizdi gerçekten ama yine tercihim kirli arabalı diziler demek ki…. O kadar yalan bir dünya ki belki de nefes aldığımız her şeyin gerçeği ya da gerçek hissettiren, gerçek kokanı makbul….

P.S: Yazımın başlığı dizinin tag line dır…

Anladığın kadar özgürsün….

Sinemayla kalın….

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram