Sinema benim hayatımda çok önemli bir yerde oldu her zaman. Hikayeler, kahramanlar, anti kahramanlar, çatışmalar, senaryolar, yönetmenler, ödül törenleri her daim yaşamımda öyle basit bir hobi ya da uğraştan çok elimin değmesini gerçekten çok arzu ettiğim uzaklarda bir hülyaya evrildi. Hakkında okudum, eğitimlere katıldım, yağmur yüklü bulutlar gibi konu hakkında bilgili insanlardan dersler aldım. Bir film çekmeyi çok isterim, hala da istiyorum… Gerçek olur mu bu düşüm bilmiyorum… Bu denli büyük bir tutku doldu taştı ve kelimeler vasıtasıyla akacak mecra buldu burada işte yıllar yıllar evvel…Uzun zamandır sinema salonunda film seyredememiştim malum çocuk bakıyorum ya… Neyse en sonunda tuttum yolunu sinemanın “Anne nerede ya???!!!” Diye sorarak ağlayan kızıma rağmen…Ölüm Bazen Son Değildir

Tolga Karaçelik’in üçüncü filmi Kelebekler için. Kendisini Gişe Memuru filminden hatırlarsınız ya da hatırlamıyorsanız tanışın onunla….

Film senaryo, oyunculuk, yönetmenlik, kurgu, hikaye hangi açıdan bakarsanız bakın çok leziz…. Tadından yenmeyen absürd bir kara, kapkara film…

Ölüm Bazen Son Değildir

Hikaye basit olarak hiç görüşmeyen üç kardeşin mecburen bir araya gelmesinin hikayesiyken alt metinle zenginleşiyor, absürtleşiyor fakat tuhaflık hiç ayrışmadan ve gözünüze batmadan filme gerçeklikle birlikte yediriliyor. Gerektiği kadar un alan kulak memesi kıvamında bir film çıkıyor ortaya…. Müthiş….Oyuncular daha iyi seçilemezdi ve daha iyi yönetilemezdi dedirtecek kadar sahici hale geliyor bu tuhaf ve alışılmadık olay örgüsünde.

Oyuncuların tiyatro kökenli olması da filmi tadından yenmez bir hale getiriyor ki bitince tekrar izleme hissi gelip yerleşiyor yüreğinize…

– Senin neyin var?

– Bazı sorunlarım var!!!

Hangimizin yok ki????

Eski, yeni, devam eden sorunları… Belki de bu yüzdendir onları bu kadar benimsememiz, kim bilir….

Ölüm Bazen Son Değildir

Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Serkan Keskin, Hakan Karsak ve diğer muhteşem isimler hikayeyi eldiven gibi giymişler, o kadar gerçek ki filmdeki saçmalıkların gerçekliliğine kimseyi inandırmaya ihtiyaç kalmıyor. Bu kanımca ciddi bir başarıdır film adına, yönetmen adına ki Tolga Karaçelik Sundance Film Festivalinde ve Antalya Film Festivalinde adından söz ettirerek En iyi Yönetmen ödülünü kucaklamıştır…. Ha bu arada bizim Kültür bakanlığının filme destek vermediğini de atlamayayım. Şaşırdığımdan değil, hala bazı şeylere şaşırabilme potansiyelim beni bile hayretlere düşürüyor. Şaşırdım!!!???…

Filmin kadınları da ödüle değer görüldü tabi ki. O muhtarın karısı yok mu??? Hayran bırakan oyunculuğun dersi niteliğinde oynamış bana kalırsa… Suzan’ın kabuğunu yırttığı, kendini bulduğu pavyon sahnesindeki şahane performansı ve ağız dolusu galiz küfürleri beni bile rahatlattı… Ağlayarak güldüm desem yalan olmaz….

Ölüm Bazen Son Değildir

Hikayeden bahsetmeyeceğim, gidin görün filmi. Benim bu güne kadar seyrettiğim en iyi Türk filmlerinden biri Kelebekler, gurur duydum. Klişelerden uzak, bağımsız, kendine has, özgün, gurur verici bir sinema emeği… Bu birbirinden çok ayrı ve bağımsız ölümle birbirlerinden ayrılan ve yine bir ölümle birleşen üç kardeşin kozadan çıkıp kelebek olma öykülerini gidin seyredin mutlaka, bir yerde mutlaka işte ben diyeceksiniz….

Hikayeniz ne ve nasıl yazılmışsa yazılsın sizin nasıl okuduğunuz çok önemli!!!!

Anladığın kadar özgürsün!!!

Sinemayla kalın!!!!

Dipnot: İmam karakterine bayıldım. Sorgulamak, her şeye rağmen!!!!

“Allah lükstür.!!!”

Müthiş!!!

The Florida Project

April 14, 2018

Sessizce izlediğiniz bir film The Florida Project. Yönetmen koltuğunda Sean Baker’ın oturduğu filminiz yine I phone ile çekilmiş. Sessizce izliyorsunuz çünkü sürekli düşünüyorsunuz filmi izlerken. American’ın en renkli kesiminde belki, gerçekten renkli, binaların dış yüzeyleri bile şeker gibi al benili, en siyah yüzlerinden birini gözümüze sokuyor Baker…

Fakirlik…

İmkansızlık…

Yetersizlik…

Sosyal bir konut burası, muhtemelen cüzi ödemelerle kalınabilen ama yine de bir sahibi ve işletmecisi bulunan bir yer. Bu yerde kalan bir küçük kız çocuğu ile bana göre annelik yetisi bulunmayan umarsız, saygısız annesinin öyküsü bu…

The Florida Project

Kendi hayatımızın bizi bazen çıkmaza sokan rutini olduğu gibi filme yansımış. Yönetmen bu tekdüzeliği, benzer olayların hemen hemen her gün benzer olaylara yol açmasını filme ve kurguya yansıtmış öyle ki bu tekdüzelikten sıkıldığınızı hissediyorsunuz fakat filmi ve içine soktuğu karanlık atmosferi terk etmiyorsunuz. Edemiyorsunuz. Bir şekilde dünyanın en renkli ve zengin bölgesini, ki bu bölge Disneyworld, içine çekildiğiniz karanlıkla beraber sorguluyorsunuz. Para, paranın gücü, her çocuğun iyi bir yaşamı hakettiği, anne babanı seçemediğin gerçeği, para ihtiyacını karşılamak için insan neler yapabilir sorgusu ve bir dünya fikir filmi koltuktan kalkmadan izlemenize neden oluyor. Filmin öyle büyük büyük karakterleri yok. Büyük ve süslü sözler söyleyen karakterleri, aslında filmin öyle görkemli laflara falan da ihtiyacı yok. Film konuşmadan anlatıyor, anlamak isteyene…

Filmin en güzel ve can alıcı söylemi küçük canavarımızın ağzından düşüyor yüreğimize.

The Florida Project

Moonee: You know why this is my favorite tree?

Jancey: Why?

Moonee: ‘Cause it’s tipped over, and it’s still growing.

( Bu ağaç benim en sevdiğim.
Neden?
Çünkü devrildi ama hala büyüyor, yaşıyor.)

Devrilmek ama yaşamak!!!

Belki de hepimizin yaptığı bu değil mi? Ya da yapması gerekeni…

Anneye çok kızıyorsunuz, evet ben de kızdım. Onu hoş görecek bir pencere açmıyor film size. Çaresizliği, fakirliği, kötü örnek oluşu ki muhtemelen başka nasıl yaşanır bilmiyor ve çare diye seçtikleri hepsi yanlış, tuhaf, çirkin, kanunsuz…

The Florida ProjectNerden baksan elinde kalıyor anne ile ilgili her şey, hatta sizin onunla ilgili düşünceleriniz bile bir türlü mantıklı bir zemine oturmuyor. Ancak bunun yanında kızına olan katıksız sevgiyi de çok rahat hissediyorsunuz. Film her kötünün içinde bir iyi, her iyinin içinde bir kötü vardır der gibi sürekli sizi o daldan o dala, o düşünceden bu düşünceye savuruyor. William Dafoe güzel bir oyunculuk çıkarmış hiç şüphesiz. İçerde anneye ve kızına karşı olması gerektiği gibiyken aslında üçüncü şahıslara karşı kollama çabası içerisinde çünkü o da biliyor kayıp gidiyorlar…

Yer yer güldüğünüz yer yer kızdığınız ve çokça üzüldüğünüz küçük kızı da Brooklyn Prince canlandırıyor. Adı gibi ay gibi güzel bu ele avuca sığmaz canavar gerçekte sınırı olmayan, fütursuz, yaramaz bir kişilik ama sonunda sizde hep “çocuk işte!!!” Hissi uyandırıyor ama aslında pek fena…

Filmdeki rutin bir kez bozuluyor: finalde. Her açığı kapatabileceğini zanneden anne tabi ki bunu beceremiyor ve yakalanıyor. Yarattığı suni gündemle de bizim canavar hemen yürüme mesafesindeki renkli dünyaya koşuyor kendi karanlığından. Çok canınızı yakıyor bu sahne çünkü biliyorsunuz ki geçici… Ve çözüm değil….

Olmayınca olmuyor işte!!!!

Seyredin derim…

Anladığın kadar özgürsün…

Theo: The world is full of evil but if we hold on to each other, it goes away.

2012 yılı yapımı Thomas Vinterberg elinden çıkmış, orjinal ismi Jagten olan filmimiz tipik bir Skandinav yapımı: yalın ve aşırı gerçekçi….  Gerçek ne ise onu göreceksiniz ekranda fazlasını değil der gibi ağdalamadan başlıyor ve kimi zaman rahatsız edici bir yalınlıkta devam ediyor. Rahatsız edici diyorum çünkü aynı durumda ben ne yapardım ya da bizden birisi ne yapardı diye biteviye soruyorsunuz kendinize. Baş rolde herhangi bir sevgi dolu rolde çok fazla görmediğimiz Mads Mikkelsen de bizi karşılayınca filmi diken üstünde izlememek hayli zor hale geliyor. Üzerine bıçak sırtı ‘çocuklara taciz’ konusu da eklenince sağdan soldan dayak yer gibi tuhaf bir hal alıyorsunuz. Sizi rahatlatacak herhangi bir müzik nağmesi de duyamayınca kulaklar, tuhaf bir hale giriyorsunuz. Ama filmin yalın ve sossuz anlatımı sayesinde kalkmadan adeta koltuğa çivili gibi izliyorsunuz…..

Av mı? Kurban mı? O da mı bizim elimizde?Filmin konusu çok gerçek ve malasef alışılagelmiş. Fakat küçük bir kasabada geçmesinden mütevellit hayatların nasıl etkilendiğini gözümüze sokan film ‘av’ ve  ‘avcı’ bilinirliği üzerinden tedirgin bir atmosferde sadece küçük bir iftiranın hayatları değiştirmesi yüzeyselliğinden uzak bir duruşla sakin sakin ilerlerken sürekli bir taraf tutmalıyım acaba sorusunu sordurtuyor alıcıya. Gerçekleri başından beri bildiğimiz için hiç bir şüpheye düşmeden izlesek de filmin içinde olmak ve gerçekleri bilmeyenlere anlatmak istemekten kendimizi alamıyoruz. Hayatı zaten sıkıntılı olan karakterimiz küçük bir kızın söyledikleri sebebiyle çok zor bir duruma giriyor. Yaşamı alt üst oluyor fakat duruşunu hiç bozmuyor. Kendini aklamak için dahi herhangi kırıcı bir davranışa girmiyor. İnceden eleştiriyoesunuz inceden de kızıyorsunuz. Bu arada da ortalama insanın nasıl faşist olabaileceğini de reddemeyeceğin bir şekilde gözüne sokuyor yönetmen….

Bir söylemin kalabalıklar tarafından söylenmesinin ya da savunulmasının o söylemin gerçek olması için yeterli olmadığının göze sokulduğu ‘Başkaları cehennemindir.’ sözünü doğrular gibi bir kurgu ile kim kimi avlıyor anlamaya çalışıyorsunuz. Filmin karanlık av kültürünü yansıtan atmosferi bize ister istemez av olmayı, kurban olmayı, kimin kimi kurban ettiğini, kalabalıkların linç kültürünü hatırlatıp duruyor. Hatırlatmakla kalmıyor yalnızca bugüne kadar kimlerin avı oldum ya da kimleri hesapsızca ve kaygısızca avlamaya kalktım diye düşündürüyor….

kaçmadan mücadaele eden karakterimiz bize her durumda ayakta kalabilmenin, doğrunun kaçmaması gerektiğini, fırtınada yıkılsa da ayağa kalkabileceğini gösteriyor. Belki de af edebilmenin yüceliğin…..

Av mı? Kurban mı? O da mı bizim elimizde?Av kültürü her zaman geyik ve o son bakış temalı şiirselliğiyle hatırlanırken kilise sekansında o bakışı gözümüze ve yüreğimize sokmayı ihmal etmiyor ve sonrasında ‘gözlerime bak ve konuş…’ diye haykıran yüreğin serzenişlerini iliklerimizde hissediyoruz malasef….

Av mı? Kurban mı? O da mı bizim elimizde?

[subtitled version]

Lucas: What are you saying? Have you got something to tell me?
Agnes: Stop it, Lucas.
Lucas: You want to tell me something?
Theo: Relax, Lucas.
Lucas: The whole town is listening. Tell me! What do you want to say?
Agnes: Stop it, you fucking psychopath!
Lucas: I want a word with Theo. Look into my eyes. Look me in the eyes. What do you see? Do you see anything? Nothing. There's nothing. There's nothing. You leave me alone now. You leave me alone now, Theo. Then I'll go. Thank you.

Filmin sonunu iki kez seyrettim. O kadar mı karmaşık?

Yoo, aksine çok sakin ve vurucu. Kim? Neden? Diye sorduruyor sana ama hatırlatıyor da av olmaya devam edeceğiz. Hep devam eden bir kaos değil mi bu? Biz hep bir avın içindeyiz: kimi zaman avız, kimi zaman avcı…

Sistemin, sistemsizliğin, savaşları çıkaranların, terörün, hırsızların, yalancıların, yalanların avı değil miyiz?

Erketede sağlam durmalıyız…

Anladığın kadar özgürsün…

İYİ ÇOCUKLAR

July 19, 2014

İYİ ÇOCUKLARBir kara film Silsile, gece başlayıp gece devam eden ve sabah sona eren bir gecelik Kara Film…

Bir gecede tamamen değişen, alt üst olan yaşamların insan reaksiyonları temelinde anlatan kötü rüya kıvamında güzel bir kara film Silsile…. Gürültülü başlayıp gürültülü deva ederken hayatlarını ve kararlarını sorgulayan bir avuç insanı kwsiştiren aptal olaylar zincirinin ekseninde bulunan temel olgu ise, alıcının dikkat kesilmesi gereken, karakterlerin değişimleri aslen kanımca. Türk seyircisinin pek alışık olmadığı karanlık İstanbul atmaosferi de el değmeden, olduğu gibi filme alınmış Silsile’de.

İYİ ÇOCUKLARYönetmenimiz Ozan Açıktan iyi bir kurgu ve gerçekten iyi bir sinemataografi ile karşımıza çıkıyor filmde. Az mekan kullanmış omasının dezavantajını avantaja çeviren sekanslar ve çekimlerle sinema severlerin ağzında bence güzel bir tat bırakıyor. Her film – noir’de bulunan Fatal Female karakteri Silsile’de de mevcut fakat aşina olduğumuz kadar ölümcül değil bizim kadınımız. Belki de eleştirmek istersek söylenebilecek nokta da budur; film – noir klasiklerinde görünmeyen bir iyimserlik yatıyor filmin genelinde ve kadın karakterin özelinde. Bu sebepten de yönetmenin yarattığı kaos bazı evrelerde yumuşamaya mecbur hale geliyor. Tanıdık kara filmlerde karşımıza çıkan karakterlerin ruhsal dengesizliği sebebiyle ortaya çıkan bir dizi olay örgüsünden ziyade Silsile’de bu olayların nedenleri anlatılıyor alıcıya…

İYİ ÇOCUKLAR

Filmin başında başka hikayeler için temel olabilecek bir olayı sunarken, biz eyvah derken, daha sonra anlıyoruz ki başında bize gösterilen Silsile’deki en masum olaymış, Kim SUÇLU? Kim SORUMLU? Kim İYİ? Kim KÖTÜ? sorularına mütemadiyen cevap aradığımız filmde. Herkesin kirli yanları ortaya çıktıkça, onlara olan tavrı değişen bir dünya insan, öfke ve ötekileştirmenin verdiği hınçla başkaldırana dönüşebilen, kılıçlarını çıkarabilen hem suçlu hem de kurban ama sırtımızı dönemeyeceğimiz bir yığın insan gelip geçiyor sahnelerde. Aslanların fare, farelerin de ne kadar kolay aslan olabileceğini inceden düşündüren kapalı alan çekimleri ile sinemaseverlerin aklında kalacaktır mutlaka Silsile.

Rant, güç, aldanmışlık, aldatılmışlık, tamah, menfaat, güce teslimiyet, yalan, örtbas etmek, sebepsiz şiddet ve korku Silsile’yi seyrederken aklınıza çarpıp duran olgular olacaktır. Ama film en önemli olanı, olacak olanı ilk elden göstererek sizi oyun dışı da bırakacaktır!!!

Daha önemli ve ciddi bir son var mı hayatta?

O ciddiyetle başlayıp o ciddiyetle sona eren bir kara film Silsile.

Film boyunca sorulan ”Neden geldin?” sorusuna da acı ve gerçek bir cevap verdiyor film size…

Seyredin pişman olmayacaksınız; mutlaka burada karaladıklarımdan daha fazla olgu hatırlatacaktır size de tüm kara filmlerin yapabildiği gibi….

Öte köy yok….

Sinemayla kalın!!!

 

Django. The D is silent.

February 4, 2013

Betina:So you’re really free?
Django: Yes.
Betina: You mean, you wanna dress like that ?Django. The D is silent.

Biz O’nu yedinci sanatın yaramaz çocuğu olarak tanıdık. Ezber bozan senaryoları alışılagelmedik bir şekilde görsel bir şölene dönüştüren, uç karakterleri filme çok şık bir şekilde oturtan, uzun uzun diyaloglarla ve aniden gelişen aşırı kanlı şiddet sahneleriyle alıcıyı koltuğa çivileyen yetenekli yönetmen Quentin Tarantino elbette mevzu  bahis yaramaz çocuk. O daha doğuştan başlıyor karmaşadan iyi bir şey çıkarmaya; doğuştan kodu öyle O’nun: İtalyan babadan olma yarı İrlandalı yari Kızılderili anneden doğma üçüncü gözü açık yetenekli çocuk O. Videocuda çalışmış, çok film seyretmiş. alaylı bir yönetmen O. On adet film çekip kimseyi sıkmadan her şey en güzel yerindeyken ve tadındayken bu işi bırakacağını açıklayan Tarantino’nun sekizinci filmi, sekizinci harikası ”DJANGO UNCHAINED — ZİNCİRSİZ”  bence bu sene çekilen en iyi ve en dolu filmlerden biri…..

  Django. The D is silent. Bana kalırsa film başlı başına bir eleştri filmi. Amerikan İç Savaşı’ndan hemen öncesinde şimdi dünyanın süper gücünün içinde bulunduğu akıl almaz barbarlığın uç boyutlarıyla baş başa bırakıyor sizi. Kanunsuzluk, sebepli sebepsiz şiddet, siyah ve beyazlar arasındaki sosyal sınıf farkı…. Altı çizilen en önemli ölçüt siyah ve beyazlar arasındaki sınıfsal fark, fakat o zamanlar olay sadece sınıfsal fark değil, insanlık dışı muamele…. Kimsenin zenci insanlara adıyla hitap etmediğine, köpek dövüştürülür gibi dövüştürüldüğüne, işe yaramayanın köpeklere yem yapıldığına kadar ne kadar kusmanızı sağlayacak ayrıntı varsa ekrana taşımış Tarantino…. Ve nedenine inmeye çalışmış fakat orada tıkandığını anlayacaksınız; bu ayrımın ve ayrım sonucu yaşanan zülmün temelsizliğini Kluksklanları at üstünde çektiği sahnedeki diyaloglarda bulacaksınız. İşte bu kadar temelsiz ve saçma der size yönetmen kendi uslubuyla.

    Oyunculuk muazzam, hepsi ayrı ayrı birbirleriyle yarışacak kadar iyi kotarılmış bir oyunculuk performansı sergilemişler. Christoph Waltz’ın son oynadığı sert ve acımasız rolden sonra burada yumuşak ve insaniyetli bir rolde görmek içimi rahatlattı benim açıkcası. Ama o kadar iyi ki hemen onunla özdeşleşiveriyorsunuz. Cast ilk açıklandığında Leonardo DiCaprio’nun adını duyduğumda ” yok artık”  dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Ben utandım düşündüğümü hatırlayınca, o ne güzel bir çalışma, aksanı o kadar güzel oturmuş ki hayran olmamak imkansız. Django. The D is silent.Ama ben şahsen Samuel L. Jackson’ı çok beğendim. Kraldan fazla kral olan, olabilen, yaltakçı bir o kadar da menfaatçi, beyazdan daha beyaz ama siyah bir uşağı o kadar mükemmel yansıtmış ki perdeye ölsün inşallah diye dua ederken buluyorsunuz kendinizi O’nu seyrederken. Çünkü biliyorsunuz ki bu bir Tarantino filmi ve mutlaka bir yerde silahlar fora olacak ve kan dökülecek. Jackson’ın filmde bir sahnede -önemli bir gerçeği anladığı bir sahne bu – oyunculuğu o kadar iyi ki başa alıp tekrar tekrar seyrettim… Django. The D is silent.

Oyunculuktan dem vurup da Jamie Foxx’tan bahsetmemek olmaz. Onun oyununda en çok dikkatimi çeken şey soğukkanlılığıydı. Film boyunca başına neler geldi, daha önce bihaber olduğu ne tarz özellikleri olduğunu keşvetti ama O hep soğukkanlıydı. Belki de daha ne olabailir ki ruh halindeydi. Ama görün bakın neler oldu. Her şeye hemen adapte olan Django’nun ilk kez elbise seçme özgürlüğü verilidiğinde; o zamana kadar kendini giydikleriyle dahi ifade edemeyen bir adamın bağırışını da göreceksiniz aynı zamanda o halindeki ciddiyetine hayran olacaksınız.

Django. The D is silent.Bilmiyorum belki de benim bu hissettiklerimi hissetmeniz için yönetmeni ve tarzını anlayıp benimsemeniz şarttır. Ama O’nu sevmeyen bir alıcının dahi bunları seçmesi rahat bir film yapmış Tarantino. Sadece hayranları için değil bu kez herkes için çekmiş bu filmi. Ufak bir yerde de oynamayı da ihmal etmemiş her zamanki gibi…..  Velhasıl çok iyi bir film çıkmış ortaya; en çok problem edilecek yanı olan süresi bu şölenin içinde çok küçük ve gereksiz bir ayrıntı olarak kalıyor emin olun… Bununla birlikte müzik seçimleriyle de tam bir Tarantino filmi dedirten Django Unchained’in sonndtarcki de dinlemenizi hararetle tavsiye ediyorum. Yıılar sonra tıpkı Pulp Fiction’ın sondtarcki gibi hala dillerde olacağından eminim….

SİNEMAYLA KALIN………

GRİ ŞİİR – SOFTLY

January 31, 2013

Her iş kibar ya da kaba yapılabilir mi?  Elbette… peki öldürme eylemi kibrca yapılabilir mi? Şiirsel olabilir mi?

Benim içimde yaşattığım seri katil bu sorulara evet cevabı verdi tıpkı ”Kiilling Them Softly” filminin yönetmeni Andrew Dominik gibi. Benim kendisiyle ilk karşılaşmam ve onu farklı bir yönetmen diye ilk nitelendirmem ”The Assasination Of Jasse James by The Coward Robert Ford” ile olmuştur. Tek derdi var yönetmenin cinsiyeti erkek olan bir film çekmek. Diğer filminde de bende aynı duyguları uyandıran Andrew, ”Killing Them Softly”de de aynı yolu izlemiş. Bir erkek düşünün öldürebiliyor ama kibarca…. Adamın bir çizgisi var. Var elbette, o çizgi o kadar benimseniyor ki harika çekilmiş bir öldürme sahnesinde tek aklınıza gelen katilin çok hoş olduğu. Yönetmen sizin öldürme eylemini ikincil hatta üçüncül planda düşünmenizi sağlıyor; bunu da ilk elden rolü Brad Pitt’e vererek yapıyor…. Sert adam, kibarca öldüren sert ama duygusal adam Brad Pitt’te vücut buluyor ki bu da işi ister istemez kibarlaştırıyor…..

GRİ ŞİİR   SOFTLY      Yeraltı mafyasında işler üç iş bilmez tarafından karıştırılır ve karışıklığı düzeltmeye gelir Jackie…. Ortalığı karıştıran Avustarlya aksanlı keşlerle kıyaslanınca oldukça klas olan Jackie’nin aynı zamanda uyguladığı yöntem orjinal ve gerçekten kibar bir yöntem: Öldürdükleri insanlar öldürüleceklerini düşünüp salya sümük af dilemeyecekler. İşte bütün kibarlık bu, kişilik haklarını gözeterek infaz. Bununla birlikte öldürülme sahneleri yedinci sanattan teknik anlamda haz alan her alıcının kıskanacağı kadar şiirsel çekilmiş. Ben şahsen çok beğenerek izledim….. Çok harika sekanslardan oluşmuş, agır çekimle ve tüm detaylarla uzun ve güzel bir soneye dönüşmüş….  GRİ ŞİİR   SOFTLY

GRİ ŞİİR   SOFTLY

Film boyuca alt metinde Amerikan ekonomi politasının açmazlarından ve olmazsa olmaz kılişelerinden küçük küçük konuşmalar dinledikten sonra Amerika ve Amerikalı için tüm dünyanın gerçekte düşündüğünü ana karakterin ağzından veriyor bize yönetmen. Son sekans ve uslup bence filmin genel atmosferine oldukça uygundu. Kibarca geçirdi….

GRİ ŞİİR   SOFTLYMafya üyelerinin içinde bulunduğu azimli ama acınası durumaları da inceden Mickey’in psikolojisiyle anlatan Dominik, yine öyle herkese göre bir film yapmamış ki kimi ülkelerde seyreden devlet adamları filmin gösterimden kaldırılmasını önerecek kadar filmi anlamamışlar. Bu da ortaya çıkan filmin gerçekten iyi olduğunun bence sağlam bir ispatı….

 Kullanılan aksanlar, oyunculuklar ve Brad Pitt’in kibar duruşuyla şenlenen Dominik’in gri şiiri ”Killing Them Softly”

daha da önce de dediğim gibi bir erkek filmi olarak mütemadiyen ”fucking” ……….. tanımlamasını o kadar  kullanıyor ki kızımın bile dikkatini çekti. Seyretmiyordu ama mutfaktan duyup sordu ”Anne Fucking ne demek?”

SİNEMAYLA KALIN…….

 

              güzelgünlergöreceğiz        DİKİZ AYNASINDAKİ İNANÇ

Bu bir film, bir Türk filmi; işte zaten zurnanın zırt dediği yer orası….
Başlarken ne bekliyor bizi diyerek başlıyorsunuz seyre çünkü filmim adı  ”Güzel günler göreceğiz” fakat filmin girişinde size bundan zinhar bahsedilmiyor.
NEDEN Mİ? Bunun nedenini izledikçe kavrıyorsunuz; film boyunca görülen güzel gün falan yok; belki sonra….. Alıcıyı, en azından beni, bittiğinde en kısa küfrümü ettirecek kadar sinir bozucu bir film; filmin sonunda siyah ekrana beyaz yazı karakteri ile yazılmış inceden: GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ…
Kış aylarında sürekli devam eden dizi ve film trafiği sebebiyle ihmal edilen Türk filmi mesaisini eşimle birlikte yaz aylarında kapatmak eski bir alışkanlığımızdır. Genelde filmleri o sıraya koyar ve seyretmeyi teklif eder. Dün akşam da bu filmi teklif etti ve başladık seyretmeye….. Aslında alıcıyı karakterlerin işine karıştırmayacağını açıkca belli etmişti yönetmen sırt çekimlerini uzatarak ama biz ısrarlı sinema seyircisi olarak başardık ona rağmen karakterleri özümsemeyi ki kendimizi söverken bulduk……
Evet film sizi bir takım yerlere götürüp sövdürüp saydırıyor. Nelere mi saydırıyorsunuz?  Her zamanki şeylere, yıllardır süregelen;  insanlığınızdan utandıran bir sürü ahlaksızlığa…. Bu arada burada bahsettiğim ahlak iki bacak arasında olduğu düşünülen düz ahlak anlayışı değil…. Ben insan türünün genel yaşam ahlakından söz ediyorum…. Ne midir  bu?  Vardır herkesin kendi tanımları ama insan ilişkilerinde sizin hayatınızdan bağımsız herhangi bir kişi yüzünüze tükürecek kadar kızabiliyorsa  size vardır bir problem ve bu tutumunuz sebebiyle zarar gören başka yaşamlar var ise sizin genel yaşam ahlakınız ciddi problemlidr…..
Böyle anlatıldığı zaman pek bir anlam ifade etmiyor mu size; şöyle dümdüz gidelim o zaman :
DİKİZ AYNASINDAKİ İNANÇTecavüze uğramasına rağmen suçlanılan ve öldürülen kadınlar,
Kendi kardeşini öldürerek namusunu (?????) temizlediğini düşündürtülen genç delikanlılar
Kendi evladını düzene satan ana (??????????????????????) lar
Orospuluk kavramını sadece kadınlara özgü sanan kişilik orospusu olan erkek (?????????????) ler
Minicik insanları satarak elde ettiğiyle yaşamayı iş edinmiş şeytanlar ve iş birlikçileri
Her şeyi eksik gedik yaşamış hep yarım bırakmış cahil yurdum insanları
Arabasının dikiz aynasında minyatür Kuran-ı Kerim asılı yurdumun katil polisleri…..
   Üzülüyorsunuz daha çok sinirleniyorsunuz…. Toplumunuzun ortaya çıkardığı istediğiniz kadar inkar edin sizin kim olduğunuzu gösteren büyük resimdir. Bir şekilde bu büyük resmin bir parçasıyız….. Başrol oyuncusu ya da tetiği çeken değilsiniz  belki ama göz yumduğumuz, görmezden geldiğimiz sürece o resmin bir yerlerindeyiz her zaman…. Öznesi ‘Kız kısmı…’ olan cümleler kurduğumuz müddetçe; kuyruk sallamasaydı dediğimiz sürece, çocuklarımıza kolay para kazanmanın marifet olduğunu ve para kazanmak için her yolun mübah olduğunu aşıladığımız sürece, insanlarımıza yaşamı boyunca en önemli olgunun kendini ifade edip fikirlerini söylemek ve duygularını yaşamak olduğunu öğretmediğimiz sürece biz bu resmin en önemli baş rol oyuncusu oluruz istemesek de……
Onlar nasıl mı rahat ediyor?
İnsanların yaşadıklarına veyahut yaptıklarına sebep ya da mazeret olarak inandıkları kesin inançlar küçük dilinizi ıssırmanıza sebep olabilir; çünkü beyin önce seni haklı çıkarır: yaşayabilmenin yolu bu….
Yoksa nasıl izah edesiniz infazdan sonra evine, sofrasına dönen adamı……
Hadi biz de rutini bozmayalım: GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ…..
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…….

WHAT WE THINK WE BECOME…

January 30, 2012

WHAT  WE THINK WE BECOME...O çok hırslı ve güçlü bir kadın; dünya ve İngiliz tarihinin en önemli kilometre taşlarından biri O.   Ruslar’ın mahlas takma başarısını gösterip ” DEMİR LEYDİ – IRON LADY”   adını taktığı ve – bence çok münasip bir ad olmuş –  harika bir hırsa ve güce sahip muazzam bir kadın O. Tabiri caizse o bir ” A woman with balls…..”   Ticaretle uğraşan, tüm aile bireylerinin çalıştığı ; her şeye çalışarak ve üreterek sahip olan bir ailenin kızı Margaret, azimli ve çalışkan bir genç Avrupa’lı O. Aslında o bir muhafazakar. Ve bu partiden 1979 – 1990 yılları arasında İngiltere’nin Başbakanı, bence bu yetisini, yani siyasete yatkınlığı babasının yerel siyasetle ilgilenmesiyle alevlenmiş ve bir daha hiç sönmemiş. En yakın çalışma arkadaşını suikastta yitirmiş ve 12 Ekim 1984 günü kendisine suikast düzenlenmek istenecek kadar güçlü ve tabi ki sevilmeyen bir siyasetçi O. Aşk evliliği yapmış Denis Thatcher ile ve bu evlilikten biri kız biri erkek iki evlat sahibi olmuş. Değişik bir Muhafazakar Thatcher. Eşcinsellere karşı değil ayrıca kürtaja da karşı çıkmıyor. Dedim ya güçlü ve güçlü olduğunu farkında bir kadın Margaret….

WHAT  WE THINK WE BECOME...2011 yapımı ”The Iron Lady” ‘nin yönetmen koltuğunda bir kadın oturuyor: Phyllida Lloyd… Kadın gözüyle, aşk gözüyle daha çok iç dünyasının gözüyle anlatıyor bize Thacher’i…. Yaşlılık dönemiyle iç içe anlattığı geçmişi çok hoş harmanlamış bence senaryonun içinde…. Geçmişten sekansları şimdiki zamanda hatıra olarak kullanıp git gellerle çekiyor sizi içine film….WHAT  WE THINK WE BECOME...Etkileniyorsunuz çünkü Thatcher’i Merlly Streep canlandırıyor. Fakat canlandırıyor dersem eğer haksızlık etmiş olurum alenen çünkü Streep, bu film boyunca Margaret Thatcher olmuş…. Kanımca oynamaktan çok daha fazlasını yapmış, O olmuş bizzat…. Makyaj ve kostüm yönetimi filmle bütünleşmiş; herhangi bir sırıtma yok bu konuda da…. Streep vücut dilini de çok rahat ve anlaşılır kullanmış film boyunca ve dedim ya film bir kadın filmi diye üstüne basa basa durduğu bir durum var  Lloyd’in, ” Margaret neler hissediyor ve neler hissetmiş geçmişte.” Film aslen bu çerçevede dönüyor; ruh durumu neydi ve neden o kararı verdi ve verirken neler hissetti….  Neden gözleri doldu? Eşinin ölümü ile ilgili neler var kafasında? Çocuklarına nasıl davranmış? Erkek dünyası olan siyasette o kadar maskülen düşünceyle nasıl savaşmış? Karar almak  O’nun için kolay mıydı? Alıcının bu soruları sormasını ve hepsinin cevabını bulmasına yardım ediyor yönetmen…. Bu soruları sorarken ve cevaplarını verirken can alıcı cümlelerle karşılaşıyorsunuz ve koltuğunuza çivileniyorsunuz: ”It used to be about trying to do something. Now it’s about trying to be someone. ”  ( Eskiden bir şey yapmak için uğraşılırdı şimdi ise bir şey olmak için uğraşılıyor.) Sizi bilmem ama bence bu şu anda müzmin hastalığımız ….   En can alıcı konuşmalarından biri ve bana kalırsa en vurucusunu doktor kontrolünde yapıyor. Hissetmekten ziyade düşünmenin mühim olduğunu vurgulayarak başladığı konuşmasını şöyle devam ettiriyor ve bu sözlerin üstüne daha fazla ne yazabilirsiniz ne de konuşabilrsiniz….

 

WHAT  WE THINK WE BECOME...”Watch your thoughts for they become words. Watch your words for they become actions. Watch your actions for they become habits. Watch your habits, for they become your character. And watch your character, for it becomes your destiny! What we think we become. ”

 

     SİNEMAYLA KALIN…..

 

 

MAVİ GÖKYÜZÜ

December 17, 2011

MAVİ GÖKYÜZÜO mavi bir film, ya da mavinin filmi nasıl düşünürseniz düşünün Hugo’yu izlerken mavi rengi düşünmemeniz ya da farketmemeniz mümkün değil. Gök mavisi baskın, yer taşlarında mavi çizgiler hakim, güvenlik görevlisi tek başına zaten mavi, Hugo’nun gözleri masmavi. Neden mi? Bence rüya rengi de mavi o yüzden; çünkü Hugo aslında çok büyük bir rüyanın insanın en büyük rüyalarından birinin, Sinemanın nasıl ete kemiğe büründüğünü anlatıyor size inceden….. O yüzden film mavi, rüyanın rengi gibi mavi…. Halen bu rüyayı görebilenler için muazzam bir zevk Hugo’yu seyretmek…. Çünkü biz rüyaların gerçekleştiğine hep inandık, hala da inanıyoruz. Bu masala inandığımız sürece nefes alabileceğimizi, nefes aldığımız süre boyunca da bu masala inanacağımızı biliyoruz en azından…. O yüzden mavi bizim rengimiz tıpkı filmin rengi olduğu gibi….

Brain Selznick’in romanından uyarlama bir Scorsese filmi olan Hugo alıcının karşısına üç boyutlu çıkıyor. Scorsese, Robert Richardson ile birlikte harika bir görsel şölen hazırlamış bize… Evet, çok klişe bir söylem ama hakikaten görsel bir şölen bu film; detayların çokluğu ve o detayların ince ince size sunulmasına hayran kalmamak için sinemayı sevmemek ve anlamamak gerekir. Anlamamak derken, evet sinemanın nasıl başladığını; at hikayesini; ayaklarının yere basıp basmadığının tartışıldığını, 1895′ te Lumiere Kardeşler’in ilk kez yaptığı sunumu, Geerges Milies’in bu işe çok sağlam gönül verdiğini, hareket eden tren ile ilgili ilk filminde insanların trenin hareketinden gerçekten korktuğunu bilmeyenler, eski ama eski filmlerde aşırı büyük dekorların kullanıldığını, ailecek çalıştıklarını, bereber elleriyle boyadıklarını filmleri bilmeyenler ve bunları hatırlayınca heyecanlanmayanlar için film sadece film olarak kalacaktır…. Ama filmin içindeki sinemayı görebilenler umut ediyorum ki benim gibi tüyleri diken diken olarak izleyeceklerdir. Film bitince o eski filmleri seyretmiş olmanın gururu ve mutluluğu ile o koltuktan kalkasım gelmedi; yüzümde en mutlu gülümsememle yanımda oturan kızıma büyünce bu filmi tekrar seyredelim diyebildim sadece…. Bir ustanın sinemanın en emektar ama malesef en çok eziyet çeken ustasına saygısından ibaret Hugo….

MAVİ GÖKYÜZÜMAVİ GÖKYÜZÜEvet kısacası sinema sizin için vazgeçilmezse Hugo’yu seyretmeniz gerekir. Sinemada seyretmeye de özen gösterin çünkü o maviyi görmeniz ve hissetmeniz lazım iliklerinizde…. O rüyanın gerçekleşebileceğine başka türlü inanmanız pek mümkün değil… ”Bir şeye inanmak ” gönülden inanmak en önemlisi de inandığınız şeyin olacağına inanmak: Hugo bu düsturun etrafında dönen bir senaryoya sahip detaycı bir film dediğim gibi…. Tek başınıza da olsanız, bir tek siz bile inansanız rüyanın gerçekleşeceğine , o demir adamın bir gün yazı yazacağına inanmak ve bunun için imkansızlığın içinde imkan yaratmak zorunda kalsanız da bırakmayın, umudunuzu yitirmeyin, o demir yığınına sırtınızı dönmeyin der Hugo satır aralaraında…. Bu yolculuğun çok uzun olduğunun bir kanıtıdır Millies…. Bir gün her şeyin değişebileceğinin göstergesidir…. Yeter ki iste; rüyayı ,maviyi yitirme….

MAVİ GÖKYÜZÜDavid Camereon’ ın da dediği gibi en gerçekçi ve etkileyici bir üç boyutlu film Hugo; ayrıca 1999’daki  ”Bringing Out The Death” den beri DiCaprio’suz ilk Scorsese filmi olması hasebiyle sinema müptelaları içn ilginç bir film…. Hugo’nun bir sözü benim çok hoşuma gitti ve aynı zamanda çok güzel bir felsefesi var:

”I’d imagine the whole world was one big machine. Machines never come with any extra parts, you know. They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn’t be an extra part. I had to be here for some reason. ”

Hugo der ki dünya bir makinadır ve parçalara ihtiyaç duyar. Bütün parçaların bir işlevi var; ben de bu makinanın bir parçasıyım mutlaka benim de bir görevim vardır…. Bir sebepten burdayım, bir sebepten burda olmak zorundayım…..Güzel değil mi? Hepimiz bir sebepten buradayız; işte iş o sebebi bulmak ve doğru kullanmak…. Ben bunu çok sevdim….

İnanmayı bırakmayın, umudunuzu yitirmeyin…. Rüyaların yapıldığı yerin bu mavi gökyüzünün altı olduğunu asla ama asla aklınızdan çıkarmayın…. İnandığımız ve uğruna çabaladığımız sürece demir adamlar yazı yazarlar; hem de bizi yazarlar…..

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN……

SİNEMAYLA KALIN….

MAVİ KALIN….

MAVİ GÖKYÜZÜ

TURUNU TAMAMLAMADAN DURMAZ…

November 29, 2011

    TURUNU TAMAMLAMADAN DURMAZ...Film güzel;  yalnız filmi anlamak ve sevmek için öyle lanettayn izlemeyeceksiniz. İnsan halet-i ruhiyesinden ve bunun sinema diline yansımasından anlamanız şart Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi hakkında   ‘İyi film olmuş.’  diyebilmeniz için.  Filmin girişinde William Shakespeare’ in  ”İnsan, insandır.” sözü bana  çok sevdiğim ve benimsediğim bir söylemi hatırlattı; bir zamanlar yatağımın baş ucunda kartpostalda yazılıydı: İnsanım ve insana özgü olan hiç bir şey bana yabancı değil…..  Film öyle abartılı söylem ve çekimler içermiyor; yönetmen Omur Ünlü çok yalın ve etkileyici çalışmış. İlk kez kahramanların yaşadığı evi uzak plan kullanırken düz çekim yapmasına rağmen hikayeyi alıcıya aktarmaya başladıktan sonra ev ile ilgili uzak planları hep yamuk almış. İşte bu dille kahramanların hayat akışının çok da tekdüze ve düzgün olmadığının altını çizen Ünlü, ters çekim yaptığı arabada ağlama sekansında da artık o aile için her şeyin tamamıyle ters gideceğinin ve hayatlarının alt üst olduğunu ayan beyan göstermiştir. Bu ekonomik çekimlerdeki başarısı ile bana Welles’i hatırlatan Ünlü karakterleri de çok anlamlı bir dille içten içe eleştirmiştir. Gerçekleri anlamak için ille de görmek gerekmez cümlesinin altını siyah kalemle kalın kalın çizen Ünlü, Bülent Emin Yarar’ın performasnını çok iyi yöneterek aslında filmin bizim pencerimizden nasıl gözüktüğünü ve hissedildiğini çok çarpıcı ve yalın bir biçimde anlattı. Kısacası Yarar filmde ironik bir şekilde bizim gözümüz olmuştur.

 

 

TURUNU TAMAMLAMADAN DURMAZ...Celal Tan başarılı bir profesör ama kendi özel hayatında sorunlu, evlatlarından erkek olan babaannesinin adını taşımak suretiyle doğuştan gureba bir işsiz, kız olan ise biraz fazla değişik, bir oğlu var ama eşi yok — neden olmadığını filmi seyredip anlayın — babaanne hayata küsmüş bir yaşlı…. Her şeyi gördükleri halde ve bildikleri halde konuşmayan akraba topluluğu…. Gözlerinin içine baka baka yalan söyleyen veyahut hiç bir şey söylemeyen akrabalar…. Ayıp olur diye söylemeyen, arasındaki bağ yüzünden söyleyemeyen, bırakın ele güne olayın muhattabına bile tek bir çift laf edemeyen aile üyeleri….. Gerçeklerden kaçıp, hiç olmamış ve hiç bilmiyormuş gibi yapabilme yeteneğinin en zirve noktasında bu filmin karakterleri……

Hepimiz ama hepimiz akraba ilişkilerinde böyleyiz aslında; hepimizin ne atabildiği ne satabildiği ama varlıklarından asla haz etmediği bir ya da bir kaç akrabası yok mu?  Onlar hakkında bilip de söylemediğimiz bir çok şey yok mu?  Dile getirmek istemediğimiz, dile getirince bütün evren tarafından suçlu ilan edileceğimizi bildiğimiz için onlar ölene dek sakladığımız sırlarımız yok mu? Ya da bu tip sırlar vermedik mi onlara saklamalrı için…. Onların duymaz görmez yanından onlara atıp tutarız da her bayram bayramlaşmaya gitmez miyiz? Çok sevdiğim bir ablam derdi ” Akraba ayağını sıkan ayakkbı gibidir. Yürütmez ama çıkaramazsın…..”

 

TURUNU TAMAMLAMADAN DURMAZ...      En tumturaklı yalanlar da o kutlamalarda,bayramlarda, düğünlerde veya cenazelerde söylenir hep. İşte bu tema üzerinde başlatıyor Ünlü filmini. O tip durumlarda ” Şimdi uygun bir zaman değil, ayıp…..” gibi iç seslerle bastırılan doğruyu söyleme isteği gün geçtikçe yerini bir kabullenmeye veyahut ötelemeye bırakır. Celal Tan ve ailesi de en sonunda öteliyor ve olduğu gibi kabul ediyor. Bir nokta daha geliyor filmin sonlarına doğru aklınıza : ”İnsanoğlu neleri hazmediyor.” işte bu noktada dahiye hak vermemek pek de mümkün olmuyor. İnsan, insandır. Hepimiz gibi ,bu kadar garipliğin içinde Celal ve ailesi de artık pek normal kalamıyorlar. Ölülerle konuşanı mı ararsın, trafik lambasından akıl alanı mı ararsın….. Bu öğeler size biraz absurd gelebilir belki ama çıkın hayatınızdan ve bakın içeriye; inanın bana adam az bile değinmiş anormalliklerimize deyip şükredeksiniz. Çünkü hiç birimiz normal değiliz ve normal yaşamıyoruz ; zaten bence bu kadar saçmalığı da bu sebepten tolere edebiliyoruz.

TURUNU TAMAMLAMADAN DURMAZ...     Bağ…… Bizi birbirimize bağlayan manevi güç. Çok çeşidi var. Ailesi var, akrabalığı var, arkadaşlığı var, dostluğu var, komşuluğu var. Var da var…. Biraz hastalıklı bir güç bu; belki de bizde yaşanış tarzı biraz hastalıklı. Biz öyle durağan bir toplum değiliz ya o da olsun bu da olsun; ondan da biraz olsun bundan da biraz olsun. — babaannenin sedyede söylediği sözdür bunu anlatan– ve hep mutlu olalım; kendi aramızda dedikodusunu yapalım aman gerçekleri söyleyip de az ama gerçek ilişkiler kurmayalım; her şey fazla olsun, çok insan, çok yalan ama önemli değil yalanlar çünkü gerçek acıtır….. Ve lüzumsuzdur…..

 

Masaj koltuğu nasıl turunu tamamlamadan durmuyorsa yalan da yalanı söyleyen de görmeyen de turunu tamamlamadan durmaz…..

 

SİNEMAYLA KALIN…..

 

 

 

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram