How long does it take to bury the truth?
October 8, 2018
Genelde yazmam pek diziler hakkında. O kadar büyük bir mecra ki alıcının ne seyretmek veya seyretmemek istediği ile ilgili çok büyük bir alan dizi sektörü. Ulusalı, lokali, yerlisi, yabancısı diye başlayan yazı uzar da uzar… Dizi biraz keyif işi, fazla kişisel aslında ama son yıllarda güzel işler çıkmıyor da değil. Baktılar ki millet dizi seyredip duruyor, indiriyor, torrent arıyor, alt yazı indiriyor hatta falancanın alt yazısı çok iyi gibi sohbet konuları oluşuyor hemen dizi platformları türedi… Hemen türemedi aslında epey izledik indirerek biz bu dizileri, ki bazılarını hala izliyoruz… Neyse demem o ki Netflix girdi hayatımıza… Ama öyle mi böyle mi derken hop bir baktım ben de Netflix izliyorum; hoşumuza gitmedi dersek taş oluruz… Her şey hazır sana sadece izlemek kalıyor: Yeni keşiflere yelken açmak…
Bir çok yeni tatlar yakaladım. İngiliz suç dizileri yeni favorim olmaya başladı. Amerikan suç dizilerinden çok daha gerçekçi ve yalın olması beni vuran etmenlerdendi … Her şey gerçek hayatta olması gerektiği gibi ya da olabileceği gibi ve olabileceği kadardı bu dizilerde örneğin Broadchurch… Bir Fransız mini dizi izledim kurgu ve yalınlık beni sarstı La mante… Amerikan suç dizilerindeki her şeyin hemen çözülmesi, bulunması, her durumun hemen açıklığa kavuşması, karakterin olumlu sonuçlar alması, tahmin edilenin gerçek olarak ortaya çıkması, hep bir gizemin olması ve sakız gibi uzaması ve buna benzer bir yığın klişe sayabilirim size.. Eminim ki bu kadar dizi tecrübesi sonrasında siz de sayabilirsiniz… İşte bu tarz düşüncelere gark olmuşken Netflix bana bir dizi önerdi, seyret bunu seversin dedi… Netflix’in böyle seni çok düşünen tarafları falan da var…
İşte böyle tanıştım ‘Seven Seconds’ ile…
Başladım seyretmeye Netflix’i mi kıracağım…
Bi baktım her şey çok gerçek sanki… Allah Allah bu nasıl bir Amerikan suç dizisi derken çekimleri inceledim epey bi vakit… Tamam mekan Jersey de, polisler, avukatlar hiç öyle her daim tertemiz, janti, afili, moda dergilerinden fırlamış gibi değil… Saçları her daim fönlü, makyajlı, aşırı şık falan da değil…. Ha en önemlisi arabalar hep tertemiz değil, hepsinde de plaka var…. Evet dizi biraz sarsarak başladı beni… Epey de kasvetli bir atmosferi var… Sanki oralara uğramamış gibi Amerikan Dream pek…
Hiç bir gerçek gizlenmeden ırkçılık, siyasi düzenin hukuka olan olan müdahalesi, suçun insan psikolojisi üzerindeki gizleme ve gizlenme yatkınlığı, ani kayıpların psikolojik etkileri, saklama ve kaçma içgüdüsü, seçilen savunma mekanizmalarının hayatımıza etkileri, kraldan fazla kralcılık, aşırı sahiplenme, çocukluk travmaları, ön yargının dayanılmaz önceliği, ve tabi ki adalet kavramlarını öyle inceden değil sarsarak sorgulayan bir dizi… Ya da sorgulatan…
Güzel bir roman okuma tadında ilerleyen dizi hiç bir durumu öyle üstün körü geçmedi kanımca, vurguladığı anı ve sekansı hep hissedip düşündünüz seyrederken…. Yas insanı neye dönüştürebilir? Yas ne kadar sürerse sağlıklıdır? Adalet herkes için var mıdır? Sağlanabilir mi? Hukuk bağımsız mıdır? Irkçılık karar mekanizmamızı etkiler mi? Ya da ötekileştirme? Bir kaybeden hep mi kaybeder? Sisteme ne kadar direnebiliriz? Sistem mi? Gerçekler mi? Ve sonu da sadece iyi ve kötünün adalet tartısında tartıldığı Seven Seconds’ın bence alışagelmedik de güzel bir sonu var… Güzel mi? Orasını seyredip görüm derim…
Regina King’in performansıyla Emmy ödülü kazandığı Seven Seconds herhalde görüp görebileceğiz en samimi, en iyi, en şaşkın polis memuru kişiliğiyle Michael Mosley’i de seyretme imkanı veriyor. Ben de yapardım yaptıklarını dediğim Fish dizinin sonunda hep gülerek hatırladığım adam oldu… CLaire Hope Ashitey’ e gelecek olursak ki bence karakterinin hakkını çok iyi vermiştir. Bir kaybedenin hayata tutunma çabasını çok güzel resmetmiştir. KJ’e hem kızıyor hem de üzülüyorsunuz dizi boyunca; ha bir de evi var tabi: akıllara zarar…. Ama depresyonda hayatını devam ettirmek zorunda olan bir hukukçuyu çok güzel çizmiştir öyle ki görseniz gel biraz konuşalım deme ihtiyacı duyarsınız….
Bilmiyorum,bilemiyorum. Her şeyin kurgunun bile gerçek hissettirmesini seven bir izleyici olarak çok fazla makyaja tahammülüm yok sinemada, dizide sanırım o yüzden de çok sevdim kirli arabalı Amerikan dizisini. Ha bu arada söyleyeyim Amerika’da arabalar hep tertemizdi gerçekten ama yine tercihim kirli arabalı diziler demek ki…. O kadar yalan bir dünya ki belki de nefes aldığımız her şeyin gerçeği ya da gerçek hissettiren, gerçek kokanı makbul….
P.S: Yazımın başlığı dizinin tag line dır…
Anladığın kadar özgürsün….
Sinemayla kalın….
Ölüm Bazen Son Değildir
May 8, 2018
Sinema benim hayatımda çok önemli bir yerde oldu her zaman. Hikayeler, kahramanlar, anti kahramanlar, çatışmalar, senaryolar, yönetmenler, ödül törenleri her daim yaşamımda öyle basit bir hobi ya da uğraştan çok elimin değmesini gerçekten çok arzu ettiğim uzaklarda bir hülyaya evrildi. Hakkında okudum, eğitimlere katıldım, yağmur yüklü bulutlar gibi konu hakkında bilgili insanlardan dersler aldım. Bir film çekmeyi çok isterim, hala da istiyorum… Gerçek olur mu bu düşüm bilmiyorum… Bu denli büyük bir tutku doldu taştı ve kelimeler vasıtasıyla akacak mecra buldu burada işte yıllar yıllar evvel…Uzun zamandır sinema salonunda film seyredememiştim malum çocuk bakıyorum ya… Neyse en sonunda tuttum yolunu sinemanın “Anne nerede ya???!!!” Diye sorarak ağlayan kızıma rağmen…
Tolga Karaçelik’in üçüncü filmi Kelebekler için. Kendisini Gişe Memuru filminden hatırlarsınız ya da hatırlamıyorsanız tanışın onunla….
Film senaryo, oyunculuk, yönetmenlik, kurgu, hikaye hangi açıdan bakarsanız bakın çok leziz…. Tadından yenmeyen absürd bir kara, kapkara film…
Hikaye basit olarak hiç görüşmeyen üç kardeşin mecburen bir araya gelmesinin hikayesiyken alt metinle zenginleşiyor, absürtleşiyor fakat tuhaflık hiç ayrışmadan ve gözünüze batmadan filme gerçeklikle birlikte yediriliyor. Gerektiği kadar un alan kulak memesi kıvamında bir film çıkıyor ortaya…. Müthiş….Oyuncular daha iyi seçilemezdi ve daha iyi yönetilemezdi dedirtecek kadar sahici hale geliyor bu tuhaf ve alışılmadık olay örgüsünde.
Oyuncuların tiyatro kökenli olması da filmi tadından yenmez bir hale getiriyor ki bitince tekrar izleme hissi gelip yerleşiyor yüreğinize…
– Senin neyin var?
– Bazı sorunlarım var!!!
Hangimizin yok ki????
Eski, yeni, devam eden sorunları… Belki de bu yüzdendir onları bu kadar benimsememiz, kim bilir….
Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Serkan Keskin, Hakan Karsak ve diğer muhteşem isimler hikayeyi eldiven gibi giymişler, o kadar gerçek ki filmdeki saçmalıkların gerçekliliğine kimseyi inandırmaya ihtiyaç kalmıyor. Bu kanımca ciddi bir başarıdır film adına, yönetmen adına ki Tolga Karaçelik Sundance Film Festivalinde ve Antalya Film Festivalinde adından söz ettirerek En iyi Yönetmen ödülünü kucaklamıştır…. Ha bu arada bizim Kültür bakanlığının filme destek vermediğini de atlamayayım. Şaşırdığımdan değil, hala bazı şeylere şaşırabilme potansiyelim beni bile hayretlere düşürüyor. Şaşırdım!!!???…
Filmin kadınları da ödüle değer görüldü tabi ki. O muhtarın karısı yok mu??? Hayran bırakan oyunculuğun dersi niteliğinde oynamış bana kalırsa… Suzan’ın kabuğunu yırttığı, kendini bulduğu pavyon sahnesindeki şahane performansı ve ağız dolusu galiz küfürleri beni bile rahatlattı… Ağlayarak güldüm desem yalan olmaz….
Hikayeden bahsetmeyeceğim, gidin görün filmi. Benim bu güne kadar seyrettiğim en iyi Türk filmlerinden biri Kelebekler, gurur duydum. Klişelerden uzak, bağımsız, kendine has, özgün, gurur verici bir sinema emeği… Bu birbirinden çok ayrı ve bağımsız ölümle birbirlerinden ayrılan ve yine bir ölümle birleşen üç kardeşin kozadan çıkıp kelebek olma öykülerini gidin seyredin mutlaka, bir yerde mutlaka işte ben diyeceksiniz….
Hikayeniz ne ve nasıl yazılmışsa yazılsın sizin nasıl okuduğunuz çok önemli!!!!
Anladığın kadar özgürsün!!!
Sinemayla kalın!!!!
Dipnot: İmam karakterine bayıldım. Sorgulamak, her şeye rağmen!!!!
“Allah lükstür.!!!”
Müthiş!!!
2018
December 29, 2017
1999 yılını hatırlıyor musunuz? Milenyuma giriyorduk, çok heyecanlıydık… Yeni bir yüzyıl başlıyordu; ki 2000 yılında kaç yaşımızda olacağımızı, evli ve çocuklu olup olmayacağımızı, nerede yaşıyor olacağımızı daha önce doksanlarda hepimiz tahayyül ettiydik… Yalan mı? Var mı yaştaş olup da o planları yaptığımızı hatırlamayan?
Planlar tuttu mu tutmadı bilmem ama 21. Yüzyıl büyük bir hızla ilerlemiş ve 17 senesi geride kalmış bile…. Götüreceklerini götürmüş, alacaklarını almış ve katacaklarını katmış. İşi bitmiş ve gidiyor 17. sene de…
Geçen yılın güzel olması hususunda daha önceki yılbaşı yazılarımda da değinmiştim; yılı bağlayan bi durum yok aslında. Size o yıl kısmet olanlar duruşumuzu hep değiştirir. 2017 benim için çok güzel bir yıldı. Çünkü bir evlat sahibi oldum…. Ne diyebilirim ki?
Çok şükür!!!!Hem de çok….
Ama Türkiye için Dünya için iyi bir yıl olmayabilir. Daha iyileri çıkar inşallah ne diyeyim… İyisi kötüsü yok aslında hiç bir yılın, biz kategorileştiriyoruz yıllarımızı bizde bıraktıkları izlere göre… Yakınını kaybetmiş bir insan için iyi bir yıl olmazken benim için güzel bir yol olabiliyor. Sonraki yıllarda roller değişebiliyor. Yani yaşam da sırayla işte!!!!
Ben karakter icabı severim yeniyi….
Yeni hep bir başlangıçtır. Ağzında sevdiğin bir yemeği yedikten sonra kalan son tat gibi hoş ve aranılası bir iz bırakır hayatımızda. Yeni ayakkabı giymeyi sevmeyen, yeni defteri açıp sayfalarında parmaklarını gezdirmeyen, yeni kitabı açıp koklamayan, yeni elbiseyi giyince kendini güzel hissetmeyen, yeni ayakkabının topuk sesini dinlemeyen, yeni fincanda kahve içerken dönüp dönüp fincana bakmayan var mı ki aramızda????
Yeni çoğaltır insanı.
Yeni insanlar, yeni sesler birleştirir ruhunun yaralarını…
O yüzden her yeni kutlanır tıpkı yılbaşı gibi…
2017 de isminde “yeni” geçen kızımız Nevra ile yenilendik, hayatımızın yeni bölümüne başladık biz….
Siz neler yaşadınız bilmiyorum ama hepsi yeni bir tecrübeydi en azından… Tabi bekara karı boşaması kolay… Tecrübeymiş, ukala dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız…. Yerden göğe kadar. Kiminin kıçında ayı bağırdı bu yıl; kimi bir eli yağda, diğer balda geçirdi yılı…
Şimdilerde eski simli kartları adreslerimize gönderen kalmadı. Mesajlar falan aldı yerini soğuk soğuk… Ne güzeldi onlar!!!! Simlileri ışıl ışıl, yazısı güzel olan aile ferdi halaya, dayıya yazardı. Bizim evde bendim o… Her zamanın ayrı güzellikleri var, ben nerde o eski yılbaşılar diyenlerden değilim, asla olmadım… Her çağ yaşanılan ile güzel… Bundan bilmem kaç sene sonra da ne güzel mesaj atıyorduk birbirimize deme ihtimalimiz çok yüksek….🤫🤫🤫Babamın öğrenciyken bana gönderdiği yılbaşı kartı ne güzelmiş. Hala duruyor; şu herkesin vardır ya eski duyguları hapsettiği kırmızı kutu, orada yıllardır. Her yıl bi açılır bu eski, dağınık kutu… Okunur mektuplar, notlar, kimi zaman gözyaşı ile kimi zaman gülümseme ile… Her yıl başı bakarım bu karta; en çok güldüğüm kısmı da ” …. ve eşi” yazan bölümü. Komik ve yaramaz adamdın. Güzel insan, senin de yeni yılını kutlarız!!!An, anda güzel…2018 den neler bekliyorum?Aslında doğrusu 2018’de kendimden neler bekliyorum?2018 dolunayla başlayan güzel bir yıl fakat dolunayın yeni aya geçmesini bekleyin derim bir şeylere başlamak için… Bir on beş gün kadar…Beklemiyorum hiç bir şey!!!!Mutluluk ve sağlık diliyorum kendime, evlatlarıma, eşime, sevdiklerime….Klasik evet biliyorum da aslında yaşam da klasik… Düz, sade, karmaşık değil… Biz karıştırıyoruz ortalığı çokça…Doğum ile ölüm arasında hayatta kalma mücadelesidir yaşam. Her şeyin hayırlısıyla hayırlısının olduğu bir yıl diliyorum…Ve ülkem için…Zor, çok zor…Ama yeni pozitif bir dönem diliyorum…En önemlisi hepimize akıl sağlığı diliyorum…2018’de sevdiklerimiz yanımızda kalsın inşallah…Sev, şükret, affet!!!