The Florida Project
April 14, 2018
Sessizce izlediğiniz bir film The Florida Project. Yönetmen koltuğunda Sean Baker’ın oturduğu filminiz yine I phone ile çekilmiş. Sessizce izliyorsunuz çünkü sürekli düşünüyorsunuz filmi izlerken. American’ın en renkli kesiminde belki, gerçekten renkli, binaların dış yüzeyleri bile şeker gibi al benili, en siyah yüzlerinden birini gözümüze sokuyor Baker…
Fakirlik…
İmkansızlık…
Yetersizlik…
Sosyal bir konut burası, muhtemelen cüzi ödemelerle kalınabilen ama yine de bir sahibi ve işletmecisi bulunan bir yer. Bu yerde kalan bir küçük kız çocuğu ile bana göre annelik yetisi bulunmayan umarsız, saygısız annesinin öyküsü bu…
Kendi hayatımızın bizi bazen çıkmaza sokan rutini olduğu gibi filme yansımış. Yönetmen bu tekdüzeliği, benzer olayların hemen hemen her gün benzer olaylara yol açmasını filme ve kurguya yansıtmış öyle ki bu tekdüzelikten sıkıldığınızı hissediyorsunuz fakat filmi ve içine soktuğu karanlık atmosferi terk etmiyorsunuz. Edemiyorsunuz. Bir şekilde dünyanın en renkli ve zengin bölgesini, ki bu bölge Disneyworld, içine çekildiğiniz karanlıkla beraber sorguluyorsunuz. Para, paranın gücü, her çocuğun iyi bir yaşamı hakettiği, anne babanı seçemediğin gerçeği, para ihtiyacını karşılamak için insan neler yapabilir sorgusu ve bir dünya fikir filmi koltuktan kalkmadan izlemenize neden oluyor. Filmin öyle büyük büyük karakterleri yok. Büyük ve süslü sözler söyleyen karakterleri, aslında filmin öyle görkemli laflara falan da ihtiyacı yok. Film konuşmadan anlatıyor, anlamak isteyene…
Filmin en güzel ve can alıcı söylemi küçük canavarımızın ağzından düşüyor yüreğimize.
Moonee: You know why this is my favorite tree?
Jancey: Why?
Moonee: ‘Cause it’s tipped over, and it’s still growing.
( Bu ağaç benim en sevdiğim. Neden? Çünkü devrildi ama hala büyüyor, yaşıyor.)
Devrilmek ama yaşamak!!!
Belki de hepimizin yaptığı bu değil mi? Ya da yapması gerekeni…
Anneye çok kızıyorsunuz, evet ben de kızdım. Onu hoş görecek bir pencere açmıyor film size. Çaresizliği, fakirliği, kötü örnek oluşu ki muhtemelen başka nasıl yaşanır bilmiyor ve çare diye seçtikleri hepsi yanlış, tuhaf, çirkin, kanunsuz…
Nerden baksan elinde kalıyor anne ile ilgili her şey, hatta sizin onunla ilgili düşünceleriniz bile bir türlü mantıklı bir zemine oturmuyor. Ancak bunun yanında kızına olan katıksız sevgiyi de çok rahat hissediyorsunuz. Film her kötünün içinde bir iyi, her iyinin içinde bir kötü vardır der gibi sürekli sizi o daldan o dala, o düşünceden bu düşünceye savuruyor. William Dafoe güzel bir oyunculuk çıkarmış hiç şüphesiz. İçerde anneye ve kızına karşı olması gerektiği gibiyken aslında üçüncü şahıslara karşı kollama çabası içerisinde çünkü o da biliyor kayıp gidiyorlar…
Yer yer güldüğünüz yer yer kızdığınız ve çokça üzüldüğünüz küçük kızı da Brooklyn Prince canlandırıyor. Adı gibi ay gibi güzel bu ele avuca sığmaz canavar gerçekte sınırı olmayan, fütursuz, yaramaz bir kişilik ama sonunda sizde hep “çocuk işte!!!” Hissi uyandırıyor ama aslında pek fena…
Filmdeki rutin bir kez bozuluyor: finalde. Her açığı kapatabileceğini zanneden anne tabi ki bunu beceremiyor ve yakalanıyor. Yarattığı suni gündemle de bizim canavar hemen yürüme mesafesindeki renkli dünyaya koşuyor kendi karanlığından. Çok canınızı yakıyor bu sahne çünkü biliyorsunuz ki geçici… Ve çözüm değil….
Olmayınca olmuyor işte!!!!
Seyredin derim…
Anladığın kadar özgürsün…